Dünya, ırkçılık ile güce tapmanın, kinden nefretten beslenmenin ne demek olduğunu onunla tanıdı. Kurguladığı komplo teorileri ile, geliştirdiği sosyal mühendislik harikaları ile, umutsuzluğun pençesine düşmüş koca bir halkı esir almış birinden söz ediyoruz, Adolf Hitler derken…
Kendisini Führer diye bağrına basan Almanya’ya bıraktığı miras, üzerinde ateş eksik olmayan yıkılmış bir ülke ile insanlarını anlamsız bir şekilde savaş makinesine kaptıran bir halktı. 1945 yılının 30 Nisan günü Berlin’deki Başkanlık sığınağında intihar ettiğinde, Sovyet orduları bulunduğu yerin birkaç kilometre uzağındaydı.
Oysa kurmak için, tüm halkını Nazizm’in pençesine mahkûm ettiği III. Reich, bin sene sürecekti. İnsanlık Ari ırkının saflığına teslim olacak, zayıf olanlar, oluşacak yeni yaşantıya uyum sağlayamayanlar doğal bir ayıklanma sürecine gireceklerdi.
Nasyonal Sosyalizmi asla bir siyasi hareket olarak görmüyordu ve onu öyle bir kalıba sokmaya çalışanlara Tanrısal bir misyondan söz ediyordu: Halkına kendine yaraşır bir gelecek vermek ve dünyadaki tüm kötülüklerden sorumlu tuttuğu Yahudileri – hiç yaşamamışlarcasına yok etmek…
Bu yolda elbette ki yalnız değildir. Etrafında onu Alman halkının lideri – Führer’i olarak alkışlayan kendine özgü bir aristokrasi oluşmuştur. Bu elit toplumun figürleri zaman zaman değişse de onları bir araya toplayan çekim gücü / çıkar bağımlılığı etkisini asla kaybetmeyecektir.
Bu figürlerin her birinin kurulan muhteşem mekanizmanın içindeki önemlerini tespit etmek ve tartışmaya açmak kolay değil. Neticede en küçük dişli dahi – bilerek veya bilmeyerek – görevini eksiksiz yerine getirmekte, Almanya’nın Nazi geleceğine su taşımaktadır. Geliştirdikleri aidiyet duygusu o denli derindir ki, 30 Nisan’da ‘oyun bittiğinde’ içlerinde ciddi bir boşluk hissetmişlerdir. Hiçbiri kendini Yahudi düşmanı olarak tanımlamazlar. Onlar, verilen emirler çerçevesinde ve kendilerine tanımlanan hukuk kuralları içinde kalmak şartıyla Yahudi sorununa çözüm bulmaya çalışan, yurtsever Alman vatandaşlarıdırlar.
Bu tanıma uygun bir örnek, diğer Adolf, Adolf Eichmann’dır: Eichmann, SS’lere katılmasından kısa bir süre sonra bir Yahudi sorunu uzmanı olmuştur. Kudüs’teki mahkeme sürecinde, Herzl’i okuduğunu ve etkilendiğini söylüyor. Buradan hareketle aklını meşgul eden Yahudi soruna çözüm arama yolculuğunda buluyor kendisini. Kendi ifadesi ile ‘Yahudilerin üzerinde duracakları sağlam bir zemin hazırlamak’ istemektedir. Bu arayış, Hitler’in Yahudilerin imhasını emretmesi ile değişik bir hal alır. Emir ve Wansee’de başlayan yolculuk, önceleri kendisini dehşete düşürür… Ancak daha sonra dönen çarkın içinde yaşananlara ve yaşanacaklara tutarlı (!) bir anlatım bulur. ‘Führer’in komutası mevcut yasal düzenin merkezidir…’ Dolayısı ile bunu sorgulamak mümkün değildir.
Eichmann’ın bir İsrail mahkemesinde, Yahudi hakimler önünde yaptığı savunma, savaş içinde yürütülen savaşın, olayın failleri tarafından bir oyun olarak algılandığının, hatta yer yer bir komediye indirgendiğinin ipuçlarını veriyor. Bundan dolayıdır ki, kitaplarından birinde Eichmann Davasını konu alan felsefeci Hannah Arendt, bu eserine ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ başlığını uygun buluyor. Ve insanın nasıl canavarlaşabileceğini, uzun yıllar iç içe yaşadıklarına, ancak zamanla ötekileştirdiklerine nasıl artan bir zulüm tattırabileceğini – tıpkı olayların o dönemde geliştiği şekli ile – sıradanlaştırılmış bir şekilde sayfalarına taşıyor…
Hukuksuz bir dönemi hukuki teamüller çerçevesinde değerlendirmenin zorluğuna işaret etmek gerekir. Bir dönem, her evlenen Ari çifte düğün hediyesi olarak verilen ‘Kavgam’ kitabı ile vücut bulan ve kendisini değer yargılarının, sosyal ve siyasi eğilimlerin gelişi güzel eğilip bükülmesi ile anlamlandıran Nazizm’in yarattığı, bir referans kaymasıydı…
Bu hastalıklı durumun Hitler’in intiharı ile veya Nazi Almanya’sının teslimi ile bitmiş olduğunu iddia etmek, en hafifinden saflıktır. Benzer ortamların benzer süreçleri yaşatma olasılığını asla unutmamak gerekir.