1923’te Kurtuluş Savaşı kazanılmış ve Cumhuriyet ilan edilmiştir, artık ulus için normal koşullardan söz edilebilir ve Anayasa bu ortamda hazırlanmıştır. 1924 Anayasası, Kuvvetler Birliği esasına dayandığından bütün yetkiler Büyük Millet Meclisi bünyesinde toplanmış; yargı hakkı ise ulus adına bağımsız mahkemelere bırakılmıştır. Bugünün dünyasından bakıldığında Atatürk’ün ölümüne kadar süren ve bize oldukça ‘ezber bozucu’ gelen devrimlerse Anayasa’nın Meclis’e ve Mustafa Kemal’e verdiği yetkilerle başarılabilmiştir.
Aslında 20 Nisan 1924’te yürürlüğe giren Anayasa’nın hazırlanmasına gelinmeden önce de, sonra da köprülerin altından çok sular akmış, önemli bazı adımlar atılmış ve 1924 Anayasası’nın dayanıklı, sağlam yapısı yedi kez değiştirilerek (!) kurgulanmıştır. 1922’de Saltanat, 3 Mart 1924’te ise Hilafet kaldırılır. Anayasa, 1961’e kadar yürürlükte kalır; hem tek parti ve hem de çok partili dönemde uygulanmıştır. Kader kısmeti gereği ülkeyi çağdaş dünyanın yoluna sokacak onlarca değişimin de dayanağı olur. Bu değişimlerin başında Anayasa’nın 1. maddesi olan “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” kanun maddesidir. Bu hükümle devletin yönetim şeklinin “Cumhuriyet rejimi olduğu” belirtilerek, ülkeyi idare edeceklerin ancak seçim yoluyla bu hakkı elde edebilecekleri kabul edilmiştir. Artık bir din devletinden değil ‘ulus devlet’ten söz edilebilir. Teşkilat-ı Esasiye’nin 3. maddesiyse “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” der. Mustafa Kemal bu karara varılmasının öncesini ise şöyle açıklar: “… Saltanat döneminde Cumhuriyet dönemine geçebilmek için… bir geçiş süresi yaşadık. Bu sürede iki fikir ve görüş durmadan birbiriyle savaştı… biri Saltanat rejiminin sürdürülmesi… diğeri ona son verecek Cumhuriyet rejiminin kurulması görüşüdür. Başlangıçta Büyük Millet Meclisi’nden daha büyük makam olmadığında direnerek Saltanat ve Hilafet makamları olmadan da bu devleti yürütme olanağının gösterilmesi gerekliydi.” 1921 Anayasası’nda görüşmeler Muhafaza-i Mukaddesat’çıların “Devletin dini İslam’dır” maddesini koydurmaları, ancak saltanatın ve hilafetin yerinde duracağını zanneden bir düşünce dünyasının hezeyanları olabilirdi. 1924 Anayasası’na giden yol oldukça tuzaklarla ve dikenlerle dolu olsa da Saltanat ve Hilafet ortadan kalkınca bu madde de anlamını yitiriyordu. Din artık siyasal değil kültürel ve toplumsal bir kavram olmaktan başka bir şey değildi. Artık Anayasa’ya yemin töreninde ‘vallahi’ yerine “Namusum üzerine and içerim” biçimiyle yemin edilecek ve bu tür dinsel göndermeler başta en yüce temsil makamı olan meclis nezdinde sonlanacaktı. Toplumsal düzen bu eksenden çıkarsa devasa değişimler başarılabilirdi. Ve 1937’de Anayasa’nın 2. maddesinde yapılan değişikliklerle Türkiye Devleti’nin “Cumhuriyetçi, milliyetçi, laik, halkçı, devletçi ve inkılâpçı” bir devlet olduğu anayasayla da belirtilmiştir.
1924 Anayasası, Meclise yasama yetkisinin dışında başka yetkiler de vermiştir. Örneğin, mahkemelerden çıkan ve kesinleşen ölüm cezalarının yerine getirilmesi, bu görevin af yetkisine sahip olan meclise verilmesi, kişinin yaşamına son veren önemli bir kararın ulus egemenliğinin tek kullanıcısı olan meclisin iznine bağlanması bugünün ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinden bakıldığında oldukça tartışmalıdır. Ancak güçler birliği ilkesinin, 1921 Anayasası’nda olduğu gibi, katı bir biçimde uygulanmadığı, parlamenter sisteme yaklaşan, yumuşak bir uygulamaya gidildiği, yine anayasanın yürütmeyi düzenleyen maddelerinden anlaşılmaktadır. Buna göre, yürütme yetkisi Cumhurbaşkanı ve onun atayacağı Bakanlar kurulu eliyle kullanılır; Bakanlar kurulunun meclisten güvenoyu alması gerekir; Bakanlar kurulu meclise karşı sorumludur; meclis, her zaman bakanlar kurulunu denetleyip düşürebilirdi.
1924 Anayasası 105 maddesi, yedi değişikliği ve en önemlisi de Cumhurbaşkanı’na yani Atatürk’e Meclisi feshetme ve seçim yenileme yetkisi vermemesiyle tutarlıdır. Atatürk bu konuda kendisine karşı çıkan Şükrü Saraçoğlu ve Mahmut Esat Bozkurt’u köşke çağırmış, sabaha kadar tartıştıktan sonra bu yetkiden vazgeçmişti. Sonuçta herhalde ‘hatadan dönmek erdemdir’ diye düşünmüş ve bununla da yetinmeyip bu isimleri bakan yapmıştır. Galiba ‘Eskiler eskiden güzeldi…’