Benim en iyi bildiğim örnekleri suyun akışını değiştirenlerdi. Çağının gerektirdiklerine takılmadan ilerledi hepsi. Karşı koyarak, vazgeçmeden en iyi bildiklerini yaptılar. Anne Frank daha 13 yaşında zihnen kadın oluverdi. Mecbur bırakıldı. Fakat yazdığı günlükleri sayesinde Nazi zulmünü dünyaya duyurdu.
Benim en iyi bildiğim örnekleri suyun akışını değiştirenlerdi. Çağının gerektirdiklerine takılmadan ilerledi hepsi. Karşı koyarak, vazgeçmeden en iyi bildiklerini yaptılar. Anne Frank daha 13 yaşında zihnen kadın oluverdi. Mecbur bırakıldı. Fakat yazdığı günlükleri sayesinde Nazi zulmünü dünyaya duyurdu. Prenses Diana, sarayın adeta halka kapalı sayılan görünmez duvarlarını yıktı. Üstelik insanları çok severek yaptı. Monarşi, sayesinde bugün sembolik bir yer haline geldi. Marilyn Monroe, kâbus gibi geçen çocukluğuna rağmen sinemaya seksilik kavramını taşıdı. Onu terk edenlere inat şu hayatta kendisini terk etmeyen tek kişiydi. Jane Austen, kadınların çok nadir roman yazdığı bir dönemde Kül ve Ateş ile Gurur ve Önyargı gibi başyapıtlar çıkardı. Simone de Beauvoir ise ikinci nesil feminizm dalgasını başlatan varoluşçu Fransız yazardı. Üstelik sevgilisi Jean Paul Sartre’ın onu dışlamasına rağmen durmadı. Saydığım kadınların en büyük özelliği içlerinde yanan ateşten kaçmaması oldu.
Hepimiz “kendi kendisini var eden kadınlara” daha doğrusu kendimize sarılmalıyız. Özellikle de ahlaki gerekçelerle kadını şekillendirmeye çalışan bir ülkede yaşıyorsan! Hatta kelimelerden kadına duvar örülüp sırf doğrusu bu diye sana dayatılıyorsa! Sonra arkasına bakmadan çekip giden adamların sevgisizliğinin şiddetine bir kez bile maruz kaldıysan! Aslında sevilmediysen, seni gerçekten kimsenin anlamadığına inandıysan ve tanıdık gelmeyenlerin arasına sıkışıp kaldıysan…
Saydıklarım tanıdık geliyorsa, sen de kendi elinden en az bir kez tutmuşsun demektir. Belki de zorunda kaldın ama bir yerlerde bu yazıya rastlıyorsan içindeki kadının hala senden umudu olmalı.
Çok küçüktüm kız/kadın denen söylemlerin dağ gibi üzerime gelmeye başladığında. Kız dediğin şöyle olur, kadın dediğin böyle yapar hapishanesine meğer yeni itilmişim, pembe nüfus kağıdını elime tutuşturduklarında… Medeni durumumda neden bakire yazdığını anlamaya çalıştım. O zamanlar sorulan her sorunun cevabını da doğru sanıyor çocuk insan. Ancak çaresiz kalan ailem 6 yaşımda bana bakireliği anlatamadığı için bekar işte diyerek konudan sıyrılmaya çalıştı. Sanki sevilmek değil de hiç dokunulmamak kıymetliydi. Şimdi değişti mi diye soranlar vardır. Cevabım kocaman bir hayır değil ama artık değiştirmek isteyenler de çoğaldı.
Asıl mesele ise kadınlığın hep birbirine bakarak öğrenilmesi oldu buralarda. Anneannesi, annesi, akrabası, dahası derken bilinen yanlışlar da aktarıldı. Bunu tanımlayamasa da fark eden ve garip aktarım zincirine katılmak istemeyen daha ‘şanslı’ kadınlar ise babalarına sarıldı. Konu, toplumda varlığını yüceltmeye dönüşünce aradığı desteği babasından da bulamadı, kızlar. İçindeki minik kız zaten babasını tam istediği gibi mutlu da edememişti.
Neydi sahi kendisini var eden kadınlardan olmak? Bahsettiğim bir cinsiyet meselesi hiç değil. Aslında tam aksi Öğretilmeye çalışılan sandıklarımızdan arınmak!
Geçmişe döndüğümüzde ise kadının macerası Türkiye’de ne tuhaf ki kadınların mücadelesiyle değil, kurucu bir liderle başladı. Çağının ötesinden baktığı kadına, hak ve özgürlüğünün verilmesi için elinden geleni yaptı Atatürk. Etrafında olan tüm kadınlara söz hakkı verdi. Halide Edip, Sabiha Gökçen onun döneminde suyun akışını değiştirmek adına gerçek birer kadındı…
Hepimizin içindeki kadına seslenebilmek için yazdım, Adım Nisan’ı! Kendisini aradığı yerde bulamadığında hikâyesi başlıyor. Ona öğretilenleri yoluna fener yaptığında kayboluyor ve anlıyor ki, kendi kendisini var edenlerden olmak artık hediye edilmiyor.
‘Adım Nisan’ ikinci romanım. Bütün kitapçılara henüz geldi. Kendinizi kaybettiğinizi düşündüğünüz anlarınız varsa ve değişecek bir suyun akışında bekliyorsanız Nisan’ın size anlatacakları var.