Bu yazı bir özlem yazısıdır...
Çocukken radyodan dinlerdim maçları. Babamın aldığı 4 numaralı ‘Jess Högh’ forması üzerimde hayal kurardım radyo başında.
Sonra 17 Mart 2002’de ilk kez gittim o güzel stada. Hayal ettiğimden çok daha güzeldi. Günlerce kurtulamamıştım etkisinden. Malatyaspor ile berabere kalmıştık.
Maç olduğu gün sabahtan maçı düşünmeye başlar, akşam maçı izler, kaybedersek uyuyamaz, kazanırsak uçarak giderdim okula.
MTK Budapeşte maçında hüngür hüngür ağlayıp, Moldovan’ın Parma’ya, Baliç’in Göteborg’a attığı golden sonra evde sevinçten koşuşturmalarım…
Dünya Kupası’nda Okocha var diye desteklediğim Nijerya Milli Takımı…
Revivo’nun attığı taklaları taklit ederek geçen çocukluğum…
Van Hooijdonk frikik atarkenki coşkum…
Büyükada’da Lefter’i her gördüğümde yaşadığım heyecan.
Sevilla maçından sonra kendimi sokağa attığım o akşam…
3 Temmuz’da düğümlenen boğazım…
Destek için alınan kombineler, formalar…
Yenen biber gazları…
Başkan hapisten çıktı diye yaşanan duygu yoğunlukları…
Azarlanan taraftarlar içerisinde yer almak... Ve kaçan heyecanlar hevesler…
Özlemişim çocuklukta yaşanan o masum heyecanlardan yaşamayı. Özlemişim koşarak maça gitme düşüncesini. Özlemişim Fenerbahçe’yi…
Öncelikle yaşattığı güzel ilkler için Aziz Yıldırım’a, ardından özlemimizi gideren Ali Koç’a ne kadar teşekkür etsek azdır.
Ali Koç’un başkanlığı öncelikle Fenerbahçe’ye ardından da Türk futboluna hayırlı olsun. Umarım bu vizyondaki kişileri diğer takımlarımızın başında da en kısa zamanda görmeye başlarız.