Onları ilk kez Japonya’da gördüm. Öyle bilindik süs balıklarından değillerdi. Geleneksel Japon yemekleri yapan bir lokantanın yine geleneksel tarzda döşenmiş emsalsiz güzellikteki bahçesinin ortasında yer alan yılan şeklindeki bir havuzda miskince yüzüyorlardı. Bizdeki kefal irilerini andırıyorlardı. Bir kısmı kırmızıya çalan turuncu, bazılarıysa parlak siyah ya da bir tür koyu metalik-gri renkliydi. Suda ışığın yansımasına göre pulları parıldıyor, sığ havuzun içinde ilginç bir görüntü oluşturuyorlardı. Onun da ötesinde, nedendir bilinmez, gözüme parıltılı ve seksi kıyafetlerini giyinmiş piyasa yapan kimi geçkin seks emekçileri gibi görünmüşlerdi. Başta uyardım, bu yazı kesinlikle bilimsel değildir...
“Bu kuzular yenir mi?” diye kendimce nükte yaptım.
“Yemek mi?” Ev sahibim gözlerini olabildiğince açmış, dehşetle bana bakıyordu: “Bunlar dünyanın en değerli balıklarıdır. Bazıları iki yüz yaşından da ihtiyardır. Yetiştirmesi büyük emek ister, kutsaldır bunlar!”
Allahtan az önce düşündüklerimi yüksek sesle söylemedim diye geçirdim içimden.
Sonra cep telefonunu açtı ve bana kocaman bir balık heykelinin fotoğrafını gösterdi. “Bu anıt Kobe’de bir parkta duruyor. Bunu dünyanın en önemli mimarlarından biri yaptı. Frank Ghery adını duydun mu hiç?”
Hiç duymaz olur muyum! Bilbao’daki o çok ünlü Guggenheim Müzesinin mimarı... Ama ben çok daha evvel, 1992 Barselona Olimpiyatları arifesinde, Katalan arkadaşlarım bana İspanyollara özgü gururlarıyla olimpiyatlar sayesinde kentin nasıl geliştiğini göstermek için gezdirdiklerinde, Frank Ghery’nin yaptığı bir heykeli Barselona Olimpiyat Köyünün hemen girişinde görmüş, hatta altında bir de hatıra fotoğrafı çektirmiştim. Tuhaftır, o da parıldayan bir balıktı.
Şayet mimar olsaydım Frank Ghery’nin balık saplantısını bilir, o anda tüm bağlantıları kurabilirdim. Ama dedim ya, mimar değilim ve Bilbao’daki o titan plakalarıyla kaplı, gün ışığına göre parıldayıp renk değiştiren, dünyanın belki de en ünlü müze binasının da aslında önümüzdeki havuzda yüzen seksi sazan balıklarının formlarından (ve hatta hareketlerinden) esinlenilerek tasarlanmış olduğunu hiç düşünemedim. Öte yandan, balıklara ve özellikle de akvaryum balıklarına kafayı iyice takmış bir karikatürcü olarak - ki bu konuya ilerideki yazılarımdan birinde ayrıntılı olarak değineceğim - Ghery’nin balıkları aklıma takılmıştı bir kere, kurcalamadan edemedim.
Karikatürcü olmamın bana kazandırdığı en önemli değerlerden biri, azımsanmayacak sayıda mimar dost edinmiş olmamdır. Yanlış anlaşılmasın, bu mimar dostlarımın bir kısmı karikatürcüdür. Bazıları reklamcılıkla geçinir. İçlerinde akademisyenler, eğitim görevlileri vardır. Makaleler yazarlar, resim heykel yaparlar, kitap yayınlarlar ama nedense mimarlık yapmazlar. Çevrede gördüğümüz yeni binaları başkaları yapıyor, onları tanımam.
Her neyse, Frank Ghery’nin balıkları aklıma takılınca, mimar dostlarıma sordum, kitaplarına baktım, hazreti Google’a danıştım ve sonunda bu 20. yüzyılın önde gelen mimarı, Dekonstrüktivizmin öncüsü Frank Ghery’nin balık takıntısının sırrını öğrenebildim. Lafı gevelemeden, tek sözcükle söyleyeyim: Gelenek!
1929 Toronto doğumlu olan Frank Gehry’nin meğer asıl adı Ephraim Goldberg’miş, yani Kanada Yahudisi’ymiş. Balık takıntısının kaynağıysa çocukluk yıllarına dayanıyormuş. Büyükannesi her hafta çarşıdan canlı bir sazan balığı alır, günlerce evdeki su dolu küvette muhafaza edermiş. Küçük Frank da merakla bu balığın küvette yüzmesini izlermiş. Ta ki büyükannesi Şabat yemeğini hazırlayana kadar. Ne mi yerlermiş Şabat akşamları? Balık köftesi, yani Gifiltefish!
Hafta boyunca arkadaşlık kurduğu bir balığın, Şabat akşamı lezzetli bir köfteye dönüşmesi ünlü sanatçıyı derinden etkilemiş olmalı ki, böylesine görkemli eserler üretti!
Son olarak bir küçük not ekleyeyim: 2010 yılında Frank Ghery, İstanbul Tepebaşı’nda, şu an TRT binası olarak kullanılan binanın yerine inşa edilmek üzere Suna Kıraç Kültür Merkezi için bir proje hazırlamıştı. Bu projenin hayata geçmesi halinde Ghery, her yıl İstanbul’a ek bir milyon turist getirmeyi vaat etmişti, aksi durumda para almayacaktı. Ama proje yatmış, emsalsiz balık kenti İstanbul bir ‘büyük balık’tan mahrum kalmış. Google hazretlerinin yalancısıyım...