Liseye yeni başladığım zamanlardı. Bir gece yarısı olanları ertesi gün sabah sofra başında gülüşmeler arasında öğrendim. Olay babamla bana âşık olduğunu söyleyen bir genç arasında geçiyordu. Gecenin bir yarısı evde herkes uyurken bu gencin sesine önce babam, sonra annem uyanmış. Bahçeli evimizin avlusunda bana şiirler okuyan gencin okuduğu şiirlerin benim için olduğunu babam balkona çıkınca anlamış. Bir - iki dakika delikanlının serenadını dinledikten sonra yanına inip şöyle demiş;
-Ayşe uyanmadan git bence evladım, uyanırsa seni dövmeye kalkar, seni onun elinden alamayabiliriz.
Önce duraksamış delikanlı sonra babamın uyarısını makul bulmuş olmalı ki “Tamam amca” deyip sessizce uzaklaşmış bizim evden.
Bu anıyı paylaştığım için şiddet yanlısı olduğum zannedilmesin. O yaşlarda her genç biraz anlaşılmaz biraz isyankâr oluyor malum.
Olanlara bugünden dönüp baktığımda dahası çocukluk ve gençlik yıllarımı genel olarak hatırladığımda aklıma hep şu soru geliyor; nasıl oluyor da Tokat’ın bir ilçesinde okuma yazma dahi bilmeyen bir işçi adam çocuklarını kız erkek ayrımı yapmadan onlara neşe vererek büyütür? Böyle bir sağduyu ya da olgunluk ancak belli bir eğitimden sonra olmaz mı? Üniversite eğitimi almış, sosyo-ekonomik olarak belli bir uygarlık düzeyine gelmiş bir insandan beklenebilir ama Anadolu’nun ücra bir köşesinde çocuklarını “kız-erkek” hitabıyla değil de “insan” hitabıyla yetiştirmek biraz garip değil mi sizce de?
Garip olan başka şeyler de var. İlkokul ve ortaokulu Alevilerin yoğun olduğu bir mahallede okudum. Bir nevi getto. Ama Amerikan filmlerindeki gettolardan biraz farklı. Dünyaya dair pek fazla bir bilgim yoktu. Kabaca şöyle düşünüyordum; yaşayan herkes doğal olarak Alevi, dünyada Alevilerden başka kimse yok.
Alevilik kapalı bir dünya. Bu dünyada temel kelime “İnsan”. “İnsan olan şöyle davranır, böyle davranmaz, insan hak yemez, insan hayvanı da yaprağı da sever. İnsan, sevmek için yaratılmıştır.”
Büyüdüğüm ev büyük Alevi ozanlarının ağırlandığı bir evdi. Feyzullah Çınar, Sadık Doğanay, Aşık Hüdai… Hepsinin dilinde aynı kelime vardı: İnsan.
Bu kelimeyle bu kadar yoğun ilişki yaşayan ben lise zamanı mahallenin dışındaki dünya ile tanıştım ve öğrendim ki insanlar ikiye ayrılıyor: Kadın ve erkek. Durumu önce anlamadım, anlamaya başlayınca da yadırgadım. Evdekilere “Eee dünyada kadın ve erkek diye iki ayrı varlık varmış, hiç söylemiyorsunuz,” minvalinde şikâyette bulununca bana verilen cevap şöyleydi; “Kadın-erkek ikisi de insan kızım, boş ver sen onları, derslerine bak."
Bundan tam olarak kaç yıl önceydi hatırlamıyorum, annemle televizyon izliyoruz; ekranda “Kadınlarla erkekler yan yana namaz kılabilir mi, kılamaz mı?” tartışması vardı. Tartışmaya katılanların isimlerinin yanında profesör yazıyor. Annemin ekrana dikkat kesildiğini fark ettim ve yapacağı yorumu gayet iyi biliyordum. Şunu söyleyecekti: “Ne demek kadın ve erkek yan yana ibadet yapar mı, yapamaz mı? E bunlar yanı başında olan kişinin ne cinsiyette olduğunu fark ediyorlarsa nasıl namaz kılıyor olabilirler ki?”
Bu olası tepki bizimkilerde klasiktir. Bir türlü anlam veremiyor olmaları de normal. Çünkü Cem’e “can” olarak girip kadın erkek yan yana oturup ibadet ediyorlar. Can, cinsiyetsiz bir kelime. Kadın ve erkek oluşlarını Cem Evinin kapısında bırakmadan Cem’e giriyor olmaları ahlaken mümkün değil.
Fakat annemin tepkisi bambaşkaydı?
“Ayşe, bunlar nasıl profesör olabiliyorlar? Profesör olmak için çok eğitim almıyorlar mı?”
Gülümsedim. Annemin ne demek istediğini anlamıştım. Onun için profesör demek, en önemli eğitimi almayı başarmış ve bu sebeple fizik, matematik, hukuk gibi annemin anlamak istediği ama anlamakta zorluk çektiği konuları konuşan kişiler demekti. Oysa ekranda konuşan insanlar annemin dahi gayet iyi çözeceği bir konuyu bir türlü çözemiyorlardı.
Tüm samimiyetimle söylüyorum; bu dünyanın en güzel şeyi insan olabilmenin verdiği sessiz onurdur. Bir inanç sahibi olmak ya da olmamak gibi ayrımlar bu onurun yanında varlık bulamayabilir. Fakat bazı geleneklerin o geleneğin içinde doğan insanlara bazı avantajlar sağladığını da kabul ediyorum. Aleviler gibi. Yoksullar, köylüler ama uygarlar. Ne garip değil mi? Oysa uygar toplumlarda ne bileyim İsveç’in, Norveç’in şehirlerinde kalkmıştır kadın-erkek ayrımı, başka konular konuşuluyordur ciddiyetle, Tokat’ın Turhal ilçesinde bir mahallede değil.
Alevileri zaman zaman şöyle tarif ediyorum; gelecekten geçmişe sürgün gönderilmiş insan toplulukları…
Ama onlar bunu içinde doğdukları geleneğe borçlular. Geleneğin bir öznesi olmadan yani geleneğin “insan” dediği kaliteye gelmeden Alevi doğmuş olmak bir anlam ifade etmiyor olsa gerek.
“Keşke” diyorum çoğu zaman keşke kamuoyu önünde yalnızca “yurttaş” olarak anılacağımız ve yalnızca “yurttaş” olarak konuşup yazacağımız günler bir an önce gelse…