Türkiye siyasetinde muhalif odakların anlamadıkları ya da ‘anlamak’ demek istemiyorum ama anlamlandırmak istemedikleri dersem daha kibar bir ifade olacak: ‘İslam’ın ve önerdiği gelenekselci dünya düzeninin muhalif sol ya da sosyal demokrat partilerin ideolojilerini temellendirdikleri batı dünyasına ve o dünyanın kendi dinamiklerinden, tarihinden getirdiği kavramlara, terimlere, kurumlara hiç ama hiç ihtiyacı olmamasıdır.’ Çünkü ‘şehit’ dendiğinde Türk insanı için bunun öz tarihinden gelen bir anlamı, anlamları vardır. Ailesinde birçok şehit olmuştur. Ve mutlaka dedesi ya da dedelerinden biri ‘gazilik’ mertebesine ermiştir. Ermiştir diyorum çünkü bütünüyle Şehitlik ve Gazilik, ‘Allah ve vatan aşkı’ için yaşanan derin tutkunun Allah katında karşılığının en üstün biçimde alınacağı, Allah’ın en üst sevgisine mazhar olunacağı anlamına gelir. Dolayısıyla mesela bu değerler üzerinde ya da bunlara karşıt siyasa kurmak, toplumdaki karşılıklarının dışında imkânsızdır. Bu kavramlar siyasetçinin adı kadar iyi bildiği ve geleneksel olarak ezberinde olan kavramlardır. Sokaktaki, evlerdeki, okullardaki aklınıza gelen her yerdeki insanlar ve siyasetin ana konusu olan ‘seçmen’ dini ve geleneksel bilginin dışında bir dille çok da ilgilenmez, böyle bir dili kullanmak da istemez. Ayrıca kötülük meleği de soldadır. Bu da çocukluğundan itibaren herkese öğretilir. O zaman zaten bazı bebekler ‘ölü’ doğmaya mahkûmdur.
Türkiye’de çok partili hayatın kurucu babası İsmet İnönü ve 1961-1965 dönemlerinde onun hükümetlerinin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit, 1962 yılında yine döneminin önemli isimlerinden Turan Güneş’in mecliste yaptığı konuşmasının ardından özetle şunları söylemişti: “… Görüyorum ki CHP muhafazakâr bir parti haline gelmiştir. Zaaflardan biri partinin aşırı telifçiliğidir (uzlaştırma çabası). Bunun çok zararını görüyoruz. Teşkilatımız da muhafazakâr bir bünyeye sahip olmaya ve mahalli eşrafa dayanmaya başlamıştır. Büyük kütlelere derdimizi anlatamıyoruz. Partiye yeni adam çekemiyoruz.” Yine aynı konuşmaya arada bu ve benzeri görüşlerle devam eden Ecevit anlatmaya devam eder ve konuşmasını şöyle sürdürür: “Mesela Çukurova’da, elçilerin işçiyi erken saatlerde işbaşı ettirmek için çifte ezan okutması, İşçi Sendikaları ve işçiler arasında tartışma konusu olurken, ne parti merkezimiz, ne mahalli teşkilat bunu protesto etme cesaretini gösterememiştir. Oysa artık ülkede laikliği benimsemiş bir kütle oluşmuştur.” Buna örnek olarak örneğin Ecevit işçileri gösterir ve bu büyük grubu yanlarına çekemediklerinden duyduğu üzüntüyü dile getirmiştir.
Batı dünyasının değerleriyle karşılaşan genç Türkiye halkının bir bölümünün devrimleri içselleştiremediğini biliyoruz. Biraz geriye dönüp baktığımızda Kemalist devrimlerin öncesinde örneğin Tanzimat bürokratları, laikleştirici reformlarıyla hem İslâm hukuku bilginlerine yani ulemaya hem de halka yabancılaştılar; aynı durum halkın da kendilerine yabancılaşmasıyla sonuçlandı. Oysa geçmişte, ortak bir dil ve ortak davranış kuralları bu grupları birbirlerine bağlamaktaydı. 1900’lerde yeni kuşak kendi İslâmî köklerinden daha da uzak düştü. Ayrıca Batı’nın bireyselleştirici, benmerkezci diyalektiği de İslami jargona tümden aykırıydı. Pozitivizme göre insan bilimsel bilgiyi toplumun ilerlemesi için kullanmalıydı; İslam’ın söyleminin dışında sadece ‘ailesi için değil!’
Osmanlı altı asır boyunca tek bir aile tarafından yönetildi. Burada tabidir ki ciddi isyanları, şiddetli savaşları ya da dönemeçleri görmezlikten gelmiyorum. Ve tabidir ki iktidarı elinde tutan gücün asker gücünü de elinde tuttuğu gerçeğini ya da 20. yüzyıla kadar bu coğrafyada hüküm süren tarihi ve toplumu… Ancak Osmanoğlu Ailesinin yönettiği büyük halkın, geleneksel değerlere bağlılığını gözden kaçırmamak gerekir. İslam’ın Peygamberi Hz. Muhammed etrafında yaratılan kült sonrasında dini ve toplumsal ve siyasal liderlerin yürüdükleri yolu kolaylaştıracak, geleneği; inşa edecektir. Böylesine yüce ve hatta zaman zaman kutsallık atfedilen karizmatik toplum liderlerine başkaldırı, geleneksel kültürümüz açısından çok da makbul sayılmaz. Buna en yakın örnek olarak, 2018 Haziran Başkanlık seçimlerinde partisinin aldığı oyun üstünde bir performans sergileyen; kendi partisine oy veren seçmenlerin dışındaki seçmenlerden de oy alan Muharrem İnce için partisi içindeki işler bu bakımdan hem çok zor, hem de çok kolay görünüyor. Zor, çünkü ‘başkaldırıyı’ genetik olarak çok da onaylamayan bir toplumsal yapımız var. Kolay, çünkü kendi ifadesinde de belirttiği gibi CHP başkaldırıya ve çoksesliliğe açık bir siyasal parti. Tabanın nabzını tutmaya niyetli bir kimlik olarak İnce Türkiye’nin 81 ilini gezmeye kararlı. Muharrem İnce’yi ileriye taşıyan en önemli özelliği toplumun geleneksel ve İslami değerleriyle donanmış bir ailesi olması ve tüm bunların ötesinde İslam’ın ast üst ilişkilerini sıfırlayan dilini iyi bilmesi de yolunu kolaylaştırabilir. Nihayetinde Cuma namazında cami kapısında bakanla, çiftçi aynı dille birbirine selamlar.
Son söz olarak unutulmamalı ki siyaseti psikolojiden, sosyolojiden ve tarihten ayrı tutmak imkânsız. Aklıma 14 Mayıs 1972, CHP, 21. Kurultay’ı geliyor. Bu kurultayda mayısın ilk haftasında istifa eden İnönü ve sonrasında Ecevit’in genel başkan seçilmesi geliyor. Ama bu göreve gelmesinde en etkin çalışma arkadaşlarından biri de Turan Güneş’tir. Tüm il kongrelerine giden ve değişikliklerde bizzat söz sahibi olan Turan Güneş ve içinde bulunduğu ekip Ecevit’in başarısının hazırlayıcıları oldular. Başarı her alanda olduğu gibi siyasette de ekiple sağlanıyor. Bugün baktığımızda seçim gecesi CHP yetkilileri tarafından yapılan ciddiyetsiz açıklamaların Muharrem İnce’nin ekmeğine yağ sürdüğünü söylemek bir yana ayağına taş konduğunu, itibarının ve başarısının zedelenmeye çalışıldığını düşünenler arasındayım. Her zaman olduğu gibi bekleyip göreceğiz; Türk halkının gelenekleri yeni isimlere nerelerde yer verebilecek…