Nobel Ödüllü Fransız Albert Camus’nün ‘Yabancı’ adlı eserini lise yıllarında okumuştum. İtiraf etmem gerekir ki okurken en çok azap çektiğim kitaplar listesine girecek kadar despresifti… Kitabın hemen ilk cümlesi, Mersault karakterinin, kısa, net ve bir o kadar da duygudan uzak tespitini patlatıyordu: “Ma mere est morte! / Annem öldü!”
Yine itiraf etmem gerekir ki, o kitaptan bugüne aklımda kalan da bundan ibaret… Bir de, herşeye yabancı bir kişinin ruh hali üzerine sınıfta uzun uzadıya, belki de o yaş gençliği için biraz anlamsız konuşmalara, tartışmalara girdiğimizi hatırlıyorum, hayal meyal…
Yıllar sonra, içinde yaşadığımız sosyal iklimin, yurdumun dört bir yanında herşeye ‘Yabancı’ yığınlar oluşturduğunu gözlemliyorum. Herşeye, herkese, her olaya, iyiliklere, güzelliklere olduğu gibi kötülüklere ve çirkinliklere yabancı insanlar…
Bilimin, sanatın, sporun toplumları birleştirici değerlerine yabancı… Belki düşman değil… Ama yabancı! Bireyi toplum için bir değer yapan, onu insan olmayanlardan ayıran etik değerlere yabancı… Dolayısı ile etrafında yaşananları değerlendirmekten uzak… Sevgisiz, yalnız…
Geleceğinden umudu kalmamış, hayatın kendisine dayattıkları karşısında uzun zamandır ellerini havaya kaldırmış, gidişe etki edecek güçten kesilmiş: Yabancı…
Hayvanlara eziyet ediliyor: Kediler ve köpekler, en evcil olanları, pompalılardan çıkan saçmalara hedef olmak bir yana, artık uzuvları kesilmiş halde oralarda buralarda bulunuyor. İnsanın içi cız ediyor, ama yabancı olan için sorun yok…
Anadolu geleneğinin önemli simgelerinden biridir at: Ticari plakalı taksi mantığı ile arabalara koşulan çaresiz hayvanların çektikleri zaman zaman, özellikle yaz aylarında gündeme geliyor. Bunlar bize yansıyanlar… İnsanın içi cız ediyor, ama yabancı olan için yine sorun yok.
İnanılır gibi değil! Geçen gün denizde bir yunusu vurmuşlar. Hem de sekiz kurşun isabet etmiş. Bu nasıl bir yaratıklaşmadır? Bu nasıl doğadaki canlılara büyüklük taslamaktır? Bu nasıl bir ruh halidir ki bizleri içine çekiyor? Toplumsal bir cinnetin kıyısında salınıyoruz.
Çocuk cinayetleri! Daha önce yalnızca tacizlerle gündeme gelen bebeler şimdi hem tacize uğramış hem de öldürülmüş bulunuyor, kentlerde ve kırsalda. Canlara kast ediliyor ve insanlar yine yabancı. Bakıyorlar ancak görmüyorlar. O denli önlerindekilerle ilgililer ki, etraflarında olup bitene kayıtsız kalıyorlar.
Dünyanın dört bir yanında benzer olaylara rastlamak olasıdır, şüphesiz. Bünyesinde birçok taban tabana zıt duyguyu barındıran, üstüne üstlük düşünen, planlayan ve düşündüklerini gizleyebilen ‘bir şeyin’ nelere mal olabileceğini tahmin etmek çok da zor değildir. İnsan, hem bireysel hem de toplumsal geçmişinde bunun benzerlerini çokça yaşamış ve yaşatmıştır.
Peki bireyi, içinde yaşadığı doğayı, doğayı kendisi ile paylaşan kıymetleri, hayvanları, ormanları, denizleri vs vs koruyan, haklarını savunan yapı nerede? İnsan topluluklarını güruh konumundan toplum konumuna yükselten, organize olabilme yeteneğidir. Bu yeteneğe ipotek mi konmuştur ki bu kadar güzellik heba olurken, efsunlanmış yığınlar, yabancı yabancı bakar durur etrafa?
Siyaset bir yana, toplumsal mekanizmaların kendi haline bırakıldığı ortamlarda, sağlıklı ve uyum içinde yaşamaktan, refahın adil paylaşımından, sosyal barıştan söz etmek olası değil. Doğaya saygılı, insan ve hayvan haklarına duyarlı olmak, yaşamın bütününü kucaklamak nasıl bir mutluluktur? Nefessiz kalmış bir yapı içinde sıkışmış bizler, umalım ki birgün kabuğumuzu, koşulsuz yırtar yabancı duruşumuzu üzerimizden atabiliriz…
———————————————————