Her şey üst üste geldi. ABD’nin parasal genişlemeyi kısma kararından sonra gelen faiz artırımları ile birlikte sanki küresel likidite havuzunun tıpası çekildi. Risk iştahı diye bir kavram icat etti Bloomberg. Bu iştah bir açılıyor, bir kapanıyor. Trump’un tweet’leri ile dünya borsaları bir iniyor bir çıkıyor.
Bu gel-git’lerde maalesef en fazla savrulan bizler oluyoruz. Doğrudur ki, önemli ekonomiler arasında Türkiye gayrisafi milli hasılasına göre en fazla cari açığı veren ülke. Savrulma şiddetimiz, cari açığın boyutu ile direkt orantılı. Buna bir de politik belirsizlikler, OHAL ve en son dönemde de seçim meselesi eklenince bu savrulmayı fena hissettik bu defa. Yalnız değiliz bu arada, Arjantin de fena gitti son dönemde. Ama piyasa yorumcularının ağzında yıllar yılı dış dünyaya büyük borç takmış Arjantin’le birlikte anılmak hiç te hoş değil.
Bir zamanlar BRIC modası vardı; Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin filan. Küresel büyümenin lokomotifi olacaklardı hani. Unuttuk bile. Petrol 100 doların üzerinde iken Rusya’nın havasından geçilmiyordu. Komşuda pişer bize de düşer misali Türkiye de çok güzel sebeplendi o zamanlar gelişmekte olan ülkelere akan fonlardan. Hele AB’ye tam üyelik heyecanının dorukta olduğu senelerde (unutmuş olanlar için 2006-2007) Türk varlıklarına duyulan ilgiden bir hal olmuştuk. Türk şirketlerinin değerleri tavan yapmış, kredi sigorta primleri ise tarihi düşük seviyelerini görmüş idi.
Derken PIGS krizi geldi (Portekiz, İtalya, Yunanistan ve İspanya). Avrupa’nın keyfini kaçırdılar; AB ülkeleri arasındaki ekonomik dengesizlikler devam ettiği sürece AB projesinin sürdürülebilmesi olanaksız diyenler ön plana çıkıverdi. İki sene önce de Brexit çıktı. İngiltere’de mültecilerin istilasına uğramaktan korkan teyzeler “ayrılalım” dediler. Buyurun, bir de buradan yakın durumu.
Mülteci krizi gerçek bir kriz. Göz ardı edilemeyecek kadar büyük insani boyutları olan bir kriz. Artarak devam edecek. Ancak, mülteci krizinin global ekonomik büyümeye negatif etkisi olduğunu iddia etmek pek mümkün değil. Hatta aksi söz konusu. ABD’ye göçen Meksikalılar ile AB’ye göçen Suriyeliler, Afrikalılar ve Asyalılar ilk dönemlerinde zor şartlara maruz kalsalar da er ya da geç mutad ekonomik düzenin içerisinde yer alıyorlar ve bir yandan istihdamı arttırırken öte yandan da işgücü maliyetlerinin nispeten düşük kalmasına sebep olabiliyorlar. Mülteci krizinin esas getirdiği fark, artık korumacı politikalarının kamuoyunda daha kolay kabul edilebiliyor olması. Hoş geldin Trumponomics.
Şimdi de ticaret savaşları. Teorik olarak, serbest ticaret ve piyasa ekonomisi kaynakların en etkin şekilde dağıtılmasını sağlayan sistem. Korumacılık ise, verimsiz işletmeleri ayakta tutarak maliyetleri arttırıyor ve kaynak israfına yol açıyor. Ne var ki, mecbur kalmadıkça henüz buluğ çağını yaşayan ekonomilerin çok uluslu şirketlere teslim olmasını hiçbir politikacı istemez. Küresel gelir ve sermaye dağılımındaki eşitsizliklerin karşısında bir miktar korumacı olmak gerektiği de bir gerçek. Sermayenin millisi olur mu? Olmaz belki ama olursa, olanı daha makbul olur tabi.
Küreselleşmenin birinci aktörü olan Çin’in 2000’li yılların başında dünya ekonomisine eklemlenirken uyguladığı korumacı politikalar o zamanlarda fazla tepki çekmez iken, bugün gelinen noktada ticaret savaşlarının birinci hedefi haline geldi. Çin ve benzeri “ucuz emek” ülkelerinde ciddi sermaye birikti; bu ülkelerde bulunan yüz milyonlar alım gücü olan ciddi bir tüketici kitlesi oluverdi. Zenginleşen Çin, hammadde ve teknoloji odaklı dış yatırımlarını sürdürürken kendi pazarına girmek isteyen dev firmalara zorluk çıkarmaya devam etti; onların yerel firmalarla ortaklık yapmalarını şart koştu ve teknolojik sırlarını açmaya zorladı. Bununla kalmayıp, kendi para biriminin değerini düşük tutmaya ve yerel bankalar üzerinden fuzuli kapasite büyüten yatırımları desteklemeye devam etti. Diğer bir ifade ile Çin, küresel pazardaki serbest rekabet ortamında güçlü yönlerini kullanarak rekabet etti, ama iş kendi pazarını açıp başkalarına ekmek yedirmek noktasına gelince korumacı politikalardan vazgeçmedi.
Aslında Trump’un başlattığı ticaret savaşı “putting America first” söylemi ile kendi kamuoyunda hoş karşılanan ve belki de daha fazla oy olarak geri dönecek bir eylem. Bahsi geçen vergiler 60 milyar ile 100 milyar gibi rakamlar Çin ve ABD ekonomilerinin ölçeği içinde çok küçük rakamlar. Esas olan, ekonomik vaveyla yaratarak Çin’in korumacı politikalarını değiştirmeye zorlamak ve bu sayede çok uluslu şirketlerin bu dev pazardan daha fazla pay almalarını sağlamak.
Hiç düşündünüz mü? Nasıl oluyor da, ABD’de işsizliğin tarihinin en düşük seviyelerinde olduğu bir dönemde, mesela Wisconsin gibi bazı eyaletlerinde yapılması düşünülen yatırımlar için işgücü dahi bulunamaz iken, Amerikan işçilerini korumak adına böyle bir gürültü koparılıyor? Korumacılık vergilerinden dolayı ABD’ye azıcık enflasyon gelse, üzülmeyip sevinecekleri bir dönem aslında. Avrupa Birliği zayıf, Çin’deki kredi balonu artık sönmeye başlamış, küresel büyümenin lokomotifi olması beklenen gelişmekte olan ülkeler zaten para çıkışından dolayı perişan.
Bu oyunun kazananı da belli kaybedeni de…
—————————————————————————————