Zor günlerden geçiyoruz. Gerçi zorluk coğrafyamızın ruhunda var ve aslında bizler bununla yaşamaya da alışkınız, hattızatında seviyoruz da diyebiliriz. Her an ilginç, heyecan verici, beklenmedik, sürprizlerle dolu bir gündemimiz var. Adeta Hitchcock filmlerini aratmayan gerilimli günler yaşamamızın bir nedeni ABD dolarının Türk Lirası karşısındaki yükselişinin durdurulamayan hızı… Ama Amerika Birleşik Devletleri ile aramızdaki bu ‘bırak böyle kalalım; bir dargın bir barışık; nasıl olsa dünyada; bütün işler karışık’ tonlamalı ve 11 Eylül Saldırıları’nın hemen ardından ülkelerimiz arasında tansiyonu yükselten olayları kısaca hatırlatmak istiyorum; çünkü olayların hızı dün ne yediğimizi bile unutturmuş durumda…
11 Eylül 2001 Saldırılarından sonra ABD’nin küresel güvenlik algısı tamamen değişti. 2001-2005 arasında George W. Bush yönetiminin ilk dışişleri bakanı olan Colin Powell yeni doktrinler geliştirdi. Buna göre uluslararası hukuka saygı göstermeyen Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na aykırı olarak nükleer silah üreten, kitle imha silahı edinen devletler yeni ‘Batı’ ve müttefiklerinin savaşması gereken unsurlardı ve bu devletler şer eksenini oluşturarak küreselleşmenin temel değerlerine karşı durarak, bunu göstermek için şiddete başvuran devletlerdi.
ABD kendi toprakları, vatandaşları daha sonra müttefikleri, daha doğrusu onunla olanlar için birtakım koruma kalkanları geliştirdi. 1980’lerde Reagan yönetiminin tasarladığı SDI Strategic Defense Initiative ya da bilinen adıyla Yıldız Savaşları projesi ki bu Clinton döneminde geçerliliğini yitirdi. Bu proje, Amerika`nın Soğuk Savaş dönemindeki rakibi SSCB’nin kıtalar arası balistik füzelerini uzaydan kontrol edilen lazer ışınları ile henüz Amerikan topraklarına ulaşmadan yok etmesi üzerine kuruludur. 1990’larda National Defense füze savunma sistemleri ki bu sisteme eski güvenlik sisteminde Batı’nın yani laf aramızda Amerika’nın karşısında yer alan Çek Cumhuriyeti ve Polonya da katılmıştı. Dolayısıyla uluslararası bir örgüt yapısının yani NATO’nun dışında ABD ulusal yönetim yapısına ait bir kurumu uluslararası güvenliği sağlamak konusunda etkinleştirdi. 11 Eylül Saldırısının ardından ise yürürlüğe Patriot Act girdi. Bu ise anti terör faaliyetlerinde ABD ile birlikte hareket edenler ve bunu yapmaya yanaşmayanlar arasında yeni bir kutuplaşma alanı açtı.
Kendi toprakları dışında yasalarını uygulayabilme gücü hegemon bir güce aittir. ABD’nin kendi yasalarının uluslararası düzeyde uygulanabilir olmasının herhangi bir hukuki dayanağı olmasa da, özellikle bazı Avrupa ülkelerinden gelen tüm tepki ve itirazlara rağmen ABD davranış biçimini değiştirmedi. Hatırlarsınız El Kaide militanlarının tutulduğu Guantanamo üssünün kapatılması bile uluslararası toplumdan gelen tepkiler, ABD’nin zedelenen itibarı bir kenara konuldu ancak 2008’de yönetime gelen Barack Obama’dan sonra gündeme geldi. Dolayısıyla BM’nin öngördüğü meşru müdafaa hakkı ya da NATO’nun dayandığı kolektif güvenlik; yeni güvenlik anlayışının temelinde yer almamaktadır.
11 Eylül 2001 Saldırıları sonrasında Türkiye, ABD’ye terörizme karşı yaptığı mücadelede destek verdi. Ancak ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmek istemesi Türk kamuoyunda büyük bir tepkiyle karşılandı. ABD’nin bu işgal sırasında Türk topraklarını kullanmasına izin vermek için TBMM’ye sunulan 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesi ABD’de büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Yine ABD’nin Kuzeydeki Kürtleri desteklemesi Türkiye-ABD ilişkilerinin soğumasına neden oldu.
4 Temmuz 2003 günü Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentinde karargâh kurmuş bulunan (bir binbaşı komutasında) 11 Türk Silahlı Kuvvetleri mensubunun ve Türkmen mihmandarlarının Irak’taki işgal kuvvetlerinin bir parçası olan Amerikan 173. Hava İndirme Tugayı’na bağlı askerlerce ve yanlarında peşmergelerin de bulunduğu bir ortamda, bir baskın sonucu Türk tutuklanıp 60 saat süresince sorguya çekilmeleri, ilişkileri daha da gerginleştirdi.
Yine sizi zamanda sıçratarak 1964 yılına götürmek istiyorum. ABD ve Türkiye arasında en ciddi gerginliklerden biri olan Johnson Mektubu’nda, İnönü’ye Başkan Johnson tarafından yazılan mektuba göre, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale kararı almadan önce müttefiklerine danışması gerektiği anımsatılmış; ayrıca bu savaşın Sovyetler Birliği’nin de Türkiye’ye müdahale ihtimalini doğuracağı ve NATO’nun böyle bir durumda Türkiye’yi savunma konusunda isteksiz olacağı ima edilmişti. ABD’nin Türkiye’ye sağladığı askeri malzemenin bu müdahalede kullanılmasına izin verilmeyeceği kesin bir dille ifade edilmiş, bunun üzerine İnönü de, “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye bu dünyada yerini alır” demiş ve ABD’nin restini gördüğünü açıklamıştı.
Sonuç olarak, her an ve zamanda iktidarın çeşitli semboller yoluyla belirli bir aktörün elinde yoğunlaşması, küresel medya aracılığıyla sunulan görüntüler, paylaşılan törensel anlar iktidarı pekiştirir ve durumun içselleştirilmesini sağlar. Örneğin ABD başkanlık seçimlerinin bütün dünyayı ilgilendiren bir gösteri olarak sunulması; ABD’nin dünyanın yeryüzü ve gökyüzü tehlikelerinin tümünden dünyayı koruyacak ve savunacak bir devlet olarak anlatıldığı filmlerin ortak bir referans oluşturması, ABD başkanlık uçağı Air Force One’ın dünyanın herhangi bir ülkesine inerken yarattığı heyecan; başkanlık yemin töreninin tüm dünyada coşkuyla izlenmesi bu sembolik boyutu besleyen olgulardır.
Ancak içinde yaşadığımız şu günlerde II. Dünya Savaşı sonrası kurulan Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle oluşan bir belirsizlik ve geçiş dönemindeyiz. Dünya yepyeni bir siyasal düzen ve anlayış sarmalına girmiş görünüyor. Tüm ittifakların, ortaklıkların çatıştığı, yeniden kurgulandığı, bağımsızlaştığı bu yeni dünyanın, kurulacak yeni düzenlerinin eşiğinde ABD ile ya da herhangi bir başka ülkeyle barış, esenlik dolu günlerin geri gelmesi en büyük dileğimdir.