Türk heyetinin geçtiğimiz hafta uzlaşmasız bir şekilde sonuçlanan Washington ziyareti ardından Türkiye ve Amerika arasında ipler iyice gerildi. Tırmanan siyasi kriz, TL’nin dolar karşısında düşüşünü tetiklerken, ABD Başkanı Donald Trump Türkiye’den çelik ve alüminyum ithalatına yönelik gümrük vergilerini iki katına çıkarma kararını açıkladı. Karar, zamanlaması bakımından kuşkusuz, bel altı bir vuruştu. Başkan Trump son olarak, Türkiye’ye F35’lerin teslim edilmesini geçici olarak askıya alan, 2019 Savunma Bütçesini imzaladı.
Tüm bu gelişmeler, ABD’li Pastör Andrew Brunson ve Türkiye’de tutuklu diğer ABD vatandaşları ve elçilik çalışanları serbest bırakılıncaya dek iki ülke arasında gerilimin süreceğine işaret etmekte.
Siyasi krizlerin ekonomik istikrarı olumsuz etkilediği hepimizce malum. Trump Yönetiminin kayığı tüm gücüyle salladığı da gerçek. Ne var ki, yerli ve yabancı ekonomistler epey bir süredir iç ve dış faktörlerden kaynaklı Türk ekonomisindeki artan kırılganlığına dikkat çekmeye uğraşıyor. Yani krize açık bir ekonomi haline bir günde gelmediğimiz gerçeğini kabul ederek, yerinde tedbirler alınması gerekli. Siyasi tansiyonun bir an evvel indirilmesi de bu bağlamda reçetenin önemli bir parçası.
Aslında Brunson krizi, çok katmanlı sorunlarla kördüğüm haline gelen Türk-Amerikan ilişkilerini yıpratan hastalığın sebebinden çok, bir semptomu. Tarihsel perspektiften Türk-Amerikan ilişkileri, taraflar arasındaki asimetrik güç dengesinin yarattığı çıkar farklılıkları ve önceliklerine bağlı olarak daima inişli çıkışlı bir seyir izledi. Soğuk Savaş parametrelerinde dahi Küba füze krizi, Johnson Mektubu, Kıbrıs Harekatı sonrası silah ambargosu gibi sorunlar yaşandı. Ancak anlaşmazlıklar ittifak sınırları içinde çözümlendi. Soğuk Savaş’ın bitmesi ve ortak düşmanın ortadan kalkması, çıkar farklılıklarını daha görünür kıldı. Bugün yaşanan sorunların temelinde, Soğuk Savaş’ın bitişi ardından Türk-Amerikan ilişkilerinin somut bir zeminde yeniden tanımlanamamış olması yatıyor. İlişkilerin omurgasını oluşturan NATO’nun -en azından 2014’te Rusya’nın Kırım’ı ilhakına dek süren- misyon arayışı ve son dönem bizzat ABD Başkanı Trump tarafından meşruiyetinin sorgulanmasının da bir nebze payı var.
Her ne kadar, ABD için Türkiye ile işbirliğinin önemi -Türk tarafının da duygusal bir anlam yüklediği- ‘stratejik ortaklık/model ortaklık’ gibi kavramlarla ifade edilse bile, Körfez Savaşı’ndan bu yana ABD yönetimlerinin izlediği Ortadoğu siyasetinin Türkiye’nin güvenlik çıkarlarıyla çelişen sonuçlar doğurduğu gerçeğini örtemiyor. Buna, yakın dönemde Türkiye’nin AB değerlerinden giderek uzaklaştığı yönündeki eleştirileri ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Ankara’da pekişen iktidara karşı FETÖ aracılığıyla dış operasyon yürütüldüğü algısını da eklediğimizde stratejik ortaklığın içinin ne denli boşaldığını görmek mümkün. 15 Temmuz ertesinde Türkiye’nin Rusya ve İran ile giderek yakınlaşması, özellikle Rusya’dan S-400 füze sisteminin alınması konusundaki ısrarlı girişimler, NATO müttefiki kimliğiyle çelişkili bir durum ortaya koymakta. Ankara içinse Batılı müttefiklerinin teknoloji transferine razı olmamaları aynı oranda güvensizlik yaratıyor.
Brunson krizi yalnızca Türkiye ile Amerika’yı ilgilendiren bir sorun değil. Trump Yönetiminin yaptırımları neticesinde Ankara’nın yapacağı stratejik tercihler NATO ile ilişkilerin geleceğini de belirleyeceğinden, krizin derinleşmesi Transatlantik güvenliğini de tehdit ediyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz hafta NYTimes’da yayınlanan makalesinde ABD’nin tek taraflı ve saldırgan tutumu devam ettiği takdirde Türkiye’nin yeni ortaklar arayacağını açıkça ifade etti. Yeni ortak arayışlarıyla, Türkiye’nin NATO ittifakından çıkışının kast edilip edilmediği belli değil. Bu bağlamda, NATO güvenlik şemsiyesinden çıkılmasının Türkiye’nin uzun vadeli stratejik çıkarlarına uygunluğu, böylesi bir adımın maliyeti muhakkak düşünülüyordur diye tahmin ediyoruz. NATO’nun Türkiye için bugüne dek yalnızca bir savunma paktı değil, yüzü batıya dönük siyasi kültürel kimliğini tescil eden bir kurum olması açısından, atılacak adımlar Türkiye’nin nasıl bir ülke olmak istediğini de belirleyecek.
Orta ölçekte güçlü bir devlet olan Türkiye’nin çok yönlü bir dış politika izleyerek, ortaklıklarını çeşitlendirme yoluna gitmesi olumlu. Bunu yaparken, siyasi bir kriz neticesinde savrulmadan ziyade, istikrarlı ve dengeli bir yakınlaşma izlenmesi ülkenin güvenilirliğine katkı sağlar. Bu bağlamda, dünya çok kutuplu bir sisteme doğru evirilirken, ABD hegemonyasına karşı çıkan ama ABD’yi doğrudan karşısına almaktan da çekinen, otoriter kapitalist çizginin baş temsilcisi Çin’in veya ekonomik yaptırımlarla mücadele eden Rusya’nın Türkiye’ye nasıl bir siyasi/ekonomik/kültürel gelecek vizyonu sunduğu da enine boyuna değerlendirilmeli.
Brunson krizinin belki de tek olumlu tarafı, Başkan Trump’ın ticari yaptırımları karşısında Avrupa, Rusya, Çin ve İran gibi ülkelerin Türkiye etrafında birleşmeleri oldu.
“Türkiye’yi refah içinde görmek isteriz” şeklinde beyanat veren Almanya Başbakanı Angela Merkel, Avrupa hukuk standartları ve bağımsız bir Merkez Bankası vurgusu ile demokrasinin ekonomik istikrarın olmazsa olmaz koşulu olduğunu bir kez daha hatırlatmış oldu.
Uzun lafın kısası, Türkiye önemli bir tercih arifesinde. TOBB ve TÜSİAD’ın yayınladığı ortak bildiride yer alan AB perspektifine dönülmesi çağrısı da bu seçeneklerden biri. Kim bilir, belki de Brunson krizi AB ile yeniden yakınlaşmak açısından bir fırsat penceresi olarak değerlendirilir.