Ateşi, Tanrılardan çalarak insanlığa ulaştıran Prometheus’un, çılgınca başkaldırısının ardından korkunç bir şekilde cezalandırıldığını biliyorsunuz. Ayrıca insanlık tarihine de ilk devrimci olarak geçtiğini tarihin sayfalarında defalarca okuduğunuza eminim. Benim meselem Prometheus’a bir hayır duası ettikten sonra sözü başka yere getirmek. Aslında ateşi, zahmet edip bizim için çalmasından biraz da suçluluk duyan Albert Camus tarafından kışkırtıldığımı sanıyorum. Konuya direkt gelmek gerekirse, ‘Prometheus Cehennemde’ başlıklı yazısıyla Albert Camus haklı mıdır yoksa değil midir? Tam olarak bunu düşünüyorum. Yaz boyunca da düşünmeden edemedim çünkü satır aralarında insanlığın bu çabaya değmeyeceği noktada olduğunu taa 1946 yılından, tünelin başka bir ucuna bakarak söylemiş Camus. Oysa bugün 2018 yılının dünyasında ve daha açık konum belirtirsem Türkiye’sinde, insanların her gelişmeyi benimsediği, çöpleri sokaklara fırlattığı, kendini hunharca dağıttığı, hayvanlara eziyet ettiği ve birbirine fevkalade nobran davrandığı böyle bir cehennemde ilk pişmanlığı Albert Camus mu yaşardı yoksa ateşi çaldığı güne Prometheus lanet mi ederdi? Belki de asıl cehennemde olan insanlık deyip arkasına bile bakmadan kaçar giderdi.
“Kısır zamana, çıplak ağaçlara, dünyanın kışına boyun mu eğiyorum?” Albert Camus, 1946 yılına sitem ederken kendi çağına böyle seslenir. Cehennemin açık kapısı önünde bekleyenler arasında yerini aldığını “Cehennemdeydik, bir daha da çıkmadık” sözleriyle tarif eder. Prometheus gibi olamayan insanlığın ateşsiz ve güneşsiz yıllara razı olduğunu açıkça itiraf eder. Son yüzyılı saran ruhun yaşlılık olduğunu savunur.
“Gemiye binmedim” derken de değişen dünyaya cesur bir yumruk indiremediğini anlatmaya çalışır Camus. Hiç düşünmeden Prometheus’dan devraldığı devrimcilik ateşiyle yanan ruhunu oracıkta harlar. Cesurca kavrulur.
Sanırım internet çağında yaşasaydı Prometheus’un çaldığı ateşin sosyal medyayı yangın yerine çevirdiğini de sitemle açıklayabilirdi. Teşhir etmekten, edilmekten usanmayan hayatların, ateşi adeta yığına dönüştürdüğünü görürdü. Böylece tutuşan kültürlerin cayır cayır yanışına tanık olurdu. Tıpkı bizim yaptığımız gibi… Üstelik bu yanışa katkı sunarcasına yaşadığımızı belki yüzümüze çarpardı.
Bu kadar yoğun sosyal medya teşhirciliğiyle sergilenen hayatlara maruz kalan bir çağdayız ve elbette bunu yaratan da bizleriz. Her anımızı, an be an insanlığa sebepsizce açıyoruz. Üstelik insanlık için ne ifade ettiğini düşünmeden! Yerken, içerken, gülerken, sevişirken, gezerken, kavga ederken, lafı gediğine koyarken ve daha bir sürü şekilde… O kadar kaygılıyız ki yaratamadığımız hayatlara bir telefon aracılığıyla ve filtreler üzerinden ulaşıyoruz. Dönüştüğümüz yerin çılgınlık ve toplumsal delirmeye vardığını görmeden aynı şeyleri her gün yapıyoruz.
“Zincire vurulmuş kahraman tanrısal yıldırımın ve gök gürültüsünün altında insana beslediği dingin inancı sürdürecektir. İşte böylece, kayasından daha sert, akbabasından daha sabırlıdır. Bu uzun inat, tanrılara karşı ayaklanmasından daha anlamlı bizim için. Bir de insanların acılı yüreğiyle dünyanın baharlarını her zaman barıştırmış ve her zaman barıştıracak olan bu hayranlık verici istenç, hiçbir şeyi ayırmama, hiçbir şeyi atmama istenci.” Albert Camus Prometheus ve adamlarının hikâyelerini böyle inanç ve umut dolu noktalarken, bugün Türkiye gerçekleri ve insanları için aynı umudu yüreğimde taşıyamadığımı üzülerek itiraf ediyorum.