Geçtiğimiz Pazar Hürriyet gazetesinin ekinde Yuval Hariri ile bir söyleşi yayınlandı. Çınar Oskay’ın Tel Aviv’de gerçekleştirdiği bu söyleşi Hariri’nin 21. Yüzyıl için 21 Ders başlıklı son kitabının lansmanına denk geliyor. Hariri’ye göre dünyada toplumlar giderek artan bir oranda ortadan yarılma eğilimine girmiş durumda. Bu yarılma “…ileriye gidenler ile geride kalanlar arasında. Dünyada muazzam bir dalga, devrim yaşanıyor. Bu devrim nüfusun bazı bölümlerine çok yarıyor diğerlerineyse hiç fayda sağlamıyor. Hayatları zorlaşmasa bile etrafındakilerin durumunun hızla iyileştiğini, kendilerinin treni kaçırdığını görüyorlar. Güçsüz, gereksiz hissediyorlar...”
Princeton Üniversitesi profesörü Jan-Werner Müller iki sene önce yayınladığı Popülizm Nedir? adlı kitabında, seçmen tercihlerinin ahlak, din veya kimlik üzerinden belirlendiğini ve milliyetçi popülizmin tavan yaptığını gözlemliyor. Mevcut sistemin çözemediği gelir ve eğitim eşitsizliğini sosyal transferler ile kısmen telafi etmeye çalışırsanız, bu kitlelerin mantıklarına değil duygularına hitap eder, gereksiz değil bilakis büyük bir değişimi gerçekleştirmek için çok çok önemli olduklarını anlatır iseniz, bunun adına popülizm deniyor.
Son iki senede aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, ABD, Macaristan, Polonya, Meksika, İtalya vb. gelişmiş ülkelerdeki seçim sonuçları ‘treni kaçırdığını düşünen’ kitlelerin yavaş yavaş çoğunluğa geçtiğini düşündürüyor. Brexit, sistem değişikliği ve benzeri çok köklü değişiklikleri hissi-kabl el vuku yapabilen büyük seçmen kitleleri küreselleşmeden, serbest sermaye hareketlerinden, serbest ticaretten, serbest pazar ekonomisinden bir fayda görmediklerini düşünüyorlar. Ekonominin kurallarına aykırı davranmaktan, mevcut düzenin devamını sağlayacak öğretileri sınamaktan korkmuyorlar. Haliyle, politik söylemler de artık buna göre üretiliyor.
Hariri’nin bahsettiği yarılma seçmen tercihlerinde belirgin bir şekilde kendini gösteriyor ise, bugüne nasıl gelindiğini sormamız gerekmez mi?
Hâlihazırdaki küresel ekonomik düzen iki büyük dünya savaşından sonra gelen örgütlenme üzerine kuruldu. NATO, Dünya Bankası, IMF, Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel kurumların himayesinde serpilen çok uluslu şirketler eliyle hızlı bir kalkınma modeli benimsendi. Soğuk Savaş yıllarında, bu yapılanmanın içerisinde olan ülkeler, bir yandan ortak güvenlik şemsiyesi altına girdi, diğer yandan da serbest ticaret sayesinde ekonomilerini daha hızlı büyütme imkânını elde ettiler. Ufak tefek krizlere, Kore ve Vietnam gibi bölgesel savaşlara rağmen, 1950 ile 1990 arasındaki yıllarda uygulanan liberal kapitalizm sayesinde, sendikaların da katkısıyla, toplum katmanları arasında büyüyen pastanın paylaşımında sorun yaşanmıyor idi.
Duvar’ın yıkıldığı 1989’dan sonra komünizmin iki temel vatanı olan Rusya ve Çin’in dahi kapitalizmi benimsemeleri ile birlikte, serbest pazar ekonomisi ve kapitalizm, kalkınmanın olmazsa olmaz koşulu haline geldi. Masaya erken oturanlar (G-7 gibi diyelim) kulübe girmek isteyenlere krediler açarak bir yandan kendi pazarlarını genişletti, diğer yandan da açılmakta olan ülkelerde hızlı bir hayat standardı artışına (tüketim ekonomilerine) olanak sağladılar. Soğuk Savaş bittikten sonraki tek süpergüç ABD’nin de etkisi ile, liberal kapitalizmi reddedenlerin kalkınmalarının mümkün olmayacağına inanıldı. Nitekim, Küba’nın halen 1950’lerde kalmış olması bunun laboratuvardaki kanıtıdır.
Çin’in 2001’de Dünya Ticaret Örgütüne üye olması ile başlayan küreselleşme dalgasıyla gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfının artan refahtan pay alabilme imkânı sınırlanmaya başladı. Üretimin Uzak Doğu’ya kayması başlangıçta ‘ucuz maliyet’ olarak avantaj gibi gözükse dahi, sonrasında sendikaların güçsüzleşmesi nedeniyle işçi sınıfının dezavantajına dönüştü. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, bir zamanların kralı olan üç büyük otomotiv üreticisine ev sahipliği yapan Detroit şehrinin, küreselleşme sonucunda iflas etme noktasına gelmesinde görülebilir.
Bu arada, sadece 60 sene gibi kısa bir sürede dünya nüfusu 1950’deki 2,5 milyar seviyesinden üçe katlanarak 7,5 milyara ulaştı. Sınırlı olan doğal kaynaklara olan talep aşırı şekilde arttı ve bunları elinde tutanlar ile tutmayanlar arasındaki uçurum giderek derinleşti. Aynı şekilde, petrol, doğal gaz vb. enerji kaynakları dışında, ekonomik kalkınmanın temel taşları olan eğitim, sağlık, sermaye, teknoloji ve know-how gibi kaynaklara ulaşabilmenin maliyeti birçok ülkenin yarışa 1-0 mağlup başlamasına sebep oldu.
Son noktada, teknolojik devrimlerle zaten çalışmayan ve zor geçinebilen düşük eğitimli kesim çok çalışmakla dahi durumun değişmeyeceğini düşünür oldu, giderek umutsuzlaşmaya başladı. Bunun etkisinin din ve kimlik üzerinden politikaya yansıdığına işaret ediyor Hariri. Söyleşisinde İsrail’den örnek vererek, çalışan nüfusun sadece yüzde 10’unun ekonominin dinamosunu oluşturan teknoloji sektöründe olduğuna dikkat çekiyor. Airbnb’nin otelleri, Uber’in taksicileri, e-ticaretin perakendecileri ve Booking.com’un seyahat acentelerini nasıl tehdit ettikleri, robotların ve yapay zekanın işgücünü nasıl gereksizleştirdiği artık daha net gözükmeye başladı. Bu devrimi yaratan Apple’lerin, Google’ların, Facebook’ların, Microsoft’ların, Samsung’ların ve Tesla’ların yarattıkları muazzam servetlerin yanında birçok ülkenin ekonomilerinin küçük kaldığını görebiliyoruz.
50 sene önce büyük kitleleri daha müreffeh yapmaya yarayan liberalizm – kapitalizm ikilisinin bugün hakça paylaşılan bir refah artışı yarattığını söyleyebilir miyiz? Değil ise, Çin modeli sınırlı liberalizm ve kontrollü kapitalizme doğru bir gidiş mi olacak? Zamanla göreceğiz.