Farklı yaş ve kesimden insanlarla bir araya geldiğimde, konuşulan, tartışılan sorunlara zaman zaman kulak misafiri oluyor, kimine de katılmak durumunda kalıyorum. İşverenlerin çalışma hayatı, ekonomik sorunlar, vergiler; çalışanların sürekli artan fiyatlar, yetersiz kalan ücretler; hanımların bitmeyen temizlik, yemek, çocuklarla olan ilişkileri; çocukların oyun tutkuları, dersleri; yaşlıların sağlık sorunları, her zaman yakınılan güncel konular içinde sayılabilir. Kısacası herkesin bir ya da birçok sorunu vardır, hangisine bir dokunsak bin ah işitmek olasıdır. Hayat düzeyine, elindeki olanaklara minnet duyan, daha kötü durumda yaşayanlarla kendilerini kıyaslayarak mutlu olan insan sayısı o denli az ki… Huzursuzluğumuz ya da mutsuzluğumuz, çoğu kez olayları farklı bir şekilde algılamamızdan ya da yanlış bakış açılarımızdan kaynaklandığını düşünüyorum.
Epiktetos’un söylediği gibi, “İnsanları huzursuz eden olaylar değil, olaylar hakkındaki görüşleridir.”
Yaşamak, bir bakıma sorunlarla boğuşmak değil midir? Çoğu kez bunların, birer gölge gibi bizi sürekli izlediklerini görüyoruz. Kimini kısa zamanda çözüyoruz, kimini bir süre için erteliyoruz, kimini görmezliğe geliyoruz, kiminin yükünü de ömür boyu sırtımızda taşıyoruz. Kısacası, soluk aldığımız sürece, sorunlardan tümüyle sıyrılmak olası görünmüyor. İçimizde, karşımızda, yanı başımızda bir anda bitiveriyorlar.
Eski bir Zen öyküsüne göre, yaşadığı manastırın yollarını, yapraklardan temizlemekle sorumlu bir keşiş varmış. Bu keşiş, her akşam görevini tamamlamanın huzuruyla manastıra dönerken, esen rüzgâr yola bir yaprak düşürürmüş. Keşiş bakmış ki tüm çabasına karşın bunları tümüyle temizlemenin olanağını bulamıyor, daha çok üzülmemek için, işini bitirdiğinde yolda mutlaka bir yaprak bırakırmış.
Yapraklar, her gün farklı yüzleri ve şekilleriyle yolumuza çıkan çeşitli sorunlardır. Üzüldüğümüz, sıkıldığımız, birinden kurtulurken bir başkasıyla boğuştuğumuz, her türlü sorun! Kuşku yok ki hiçbirimiz, öyküde geçen dökülmüş yapraklar gibi bunları yolumuzda görmek istemeyiz; ancak bu sorunları engellemenin değil, göğüslemenin, aşmanın çarelerini arayarak huzur buluyor, mutlu oluyoruz. Boğulmanın eşiğine gelmiş birinin, oksijene kavuşması gibi…
Biraz da olumlu yanıyla düşünmeye çalışalım:
Sorunlar bir yandan bunaltırken, öte yandan bizi yaratıcılığa yöneltiyor. Buluşların büyük bir çoğunluğu, çözülmeyi bekleyen bir sorun, bir gereksinim nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Herkesin yeterince mutlu, huzurlu, sağlıklı olduğunu, bu yüzden yaşamlarını iyileştirme, daha çok güzelleştirme kaygısı taşımadıklarını düşünelim. O zaman hangimiz yaşantısına bir yenilik katabilir, bir farklılık yaratabilir, bir atılımda bulunabilir ki?
Daha bebeklik çağından başlayarak kör, sağır ve dilsiz olan, buna karşın belki çoğumuzdan daha çok hayatı kucaklamış ve ona bir anlam katmış olan Helen Keller’in şu söyledikleriyle sözlerimizi noktalayalım:
“Üstesinden gelinmesi gereken sorunlar olmasaydı, insanoğlu en büyük zenginliği olan başarılarından tat alma duygusunu yitirirdi. Derin ve karanlık vadiler olmasaydı, dağların dorukları o kadar güzel olmazdı.”