Geçtiğimiz yaz başında Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Mimarlık Bölümü tarafından düzenlenen Sayısal Mimarlık sempozyumundaydım. Kent yaşamının içinde yolunu bulmaya çalışan insanın zihinsel yapısını, beyin aktivitesinin nasıl olabileceğini tartıştığım konferanstan ve başta İlker Erkan olmak üzere orada karşılaştığım ve dinlediğim akademisyenlerden çok şey öğrenmiş olarak döndüm. İstanbul’a her gelişin beni yönelttiği düşünceler, bakışlar olur. Bu sefer de ben 15 yıl kadar önceki eski bir yazıma dönüp tekrar baktım.
Kentte yaşamanın, ya da yaşadığımız kentin bizleri bir biçimde dönüştürdüğünü biliriz, ya da öyle olsa gerek dedirtecek kadar bildik gelir. Üstelik her kentin huyu-suyu başkadır. Kendine özgüdür. Huy (ingilizcedeki temperament kelimesi gibi) nedir derseniz… Huy ya da bazen mizaç, artık ne derseniz, genetik temelli bir davranış çerçevesidir. Öyle bir çerçeve ki, belli huy özelliklerini taşıyor olmanız, belli davranışları göstermenizi kolaylaştırır. Bir huyun bir davranışı doğurması mukadder değildir. Çerçevenin içinde kalabilecek bir çok farklı davranış aynı huy/mizaç özelliği ile ilişkili olabilir. Huyun belirlediği çerçeve içerisinde hangi davranışın ortaya çıkacağı, belli koşulların bir araya gelmesine bağlıdır.
Huylar, zorlayıcı koşullar altında sorun yaratır. Zorlayıcı koşullar, hayatın devamını zora sokan koşullar anlamınadır. O zorlayıcı koşullara ve o koşulların yol açtığı etkilere “stres” diyelim.
Stres nedir? Hayat üzerindeki kontrolumuzun zayıfladığını hissettiğimiz anlarda ortaya çıkabilir. Kontrolu tekrar kurmak, hayat karşısında âciz durumda kalmamak için yapmamız gerekenlerin ateşleyicisidir. ‘Stres’ ile hem sarsılırız, rahatımız kaçar, hayatımız zorlaşır, hem de kontrolu tekrar sağlayabilmek için eyleme geçeriz, canlanırız.
Bir kente huyu-suyu açısından bakmayı denersek, kentlerle ilişkilerimizi, kentler akıllandıklarında nasıl olabileceklerini hayal edebiliriz.
İstanbul’un mizacı, huyu-suyu diye adlandırdığım özellikler İstanbul’u İstanbul yapan, İstanbul’un bizi kendisine bağlayan yanlarını da içerir.
Kafa karıştırır. Her şey, olayların hepsi, bir anda, aynı zamanda olur. İskeleden gemi kalkarken, tramvay yolcusunu iskeleden almış gitmektedir. Kafamız herşeyi aynı anda alamayabilir. Karışır.
Enerjiktir. Hiç durmaz. Devamlı bir hareket halindedir. Durmaya gelemez; durduğunda çok deörin bir uykuya dalar. Durursa düşer. Düşmemek için, hep yapacak bir şey bulur. Öylece ayakta kalır.
Büyüktür. Hantal değildir. Küçücükmüş gibi hareket edebilir. O kadar parça parçadır ki, bir parçasını hareket ettirdiğinizde, diğer parçaların haberi bile olmaz.
Hızlı geçişlere gelemez. Geçişler onu sarsar. Her dönüşüm döneminde sarsılan ve silkelenen o olmuştur. Değişim ve dönüşümlere alışıktır, ama tam da alışamamıştır. Her ‘geçiş’te, her sarsıntıda önce bir durulur. Bombalar patladığında, yer yarılıp binalar yıkıldığında birkaç gün durulur; sonra eski hareketliliğine döner.
Alışkanlıklarına bağlıdır. Bir kere bellediğinden vazgeçmez. Değişmez merkezler etrafında hayat cereyan eder. Mahmutpaşa’dan Sultanahmet’e, Beyoğlu’ndan Boğaz’a her yerin yolu yordamı bellidir. Alışkanlıklarını değiştirmek zordur.
Yeniye de alıştı mı, eskiyi çabuk unutur. Adeta siler. Sanki hiç o geçmiş yok gibi davranır. “Gelen ağam, giden paşam”dır bazen.
Aşırı iyimserdir. Çok şey bekler. Kendini bazen dev aynasında görür. Yapabileceğine, bu bâdireyi de atlatacağına inancını göçmenlerden aldığı kanısı uyandırır. Nasıl olsa bir yolu bulunur diye düşünüp, yolu bulamadığı çoktur.
Kolayca kötümserleşir. Kendinden çok şey bekler. Yapamayacağı, altından kalkamayacağı işlere girer. İşi kıvıramayınca da, kendine yüklenir. Başkalarını suçlar gözükse de eksiklerinin bilinci sonrasına
Dirençlidir. Darbeye dayanıklıdır. Sebatkâr değildir. Tutarsız, ya da sözünü tutmayan gibi algılandığı olur. Ama, aslında sözü aklından çıkıp gittiği içindir.
Düzensizdir. Başıboş mu, özgür mü, anlayamazsınız. Karar vermek için sorumluluklarını ne kadar yerine getirdiğine bakmalı... Sorunun cevabı sevimli bir serseri şıkkına uymakta.
Değişkendir. Sokak demişken, sokak adları bile gün aşırı değişir. Bırakılan hiçbir şey bırakıldığı gibi kalmaz. Koyduğunuz şeyi koyduğunuz yerde bulamazsınız
Üşengeçtir. Çocukları sokaktadır. Özgür ve rahat oldukları için değil; ne yaptıklarını yeterince takip etmeye biraz üşendiği için... Çocuklarına sahip değildir.
Sabırsızdır. Sabırsızlığı bulaşıcıdır. Başka yerlerde bekleyebilen, burada bekleyemez. Hemencidir, şimdi ne olacakçıdır. Bir sonra olacaklara gözünü dikmiştir. Hep beklemededir. Beklediği genellikle hayallerin gerçekleşmesidir. Hayaller kurana göre değişir: üçüncü köprü de en az birisinin hayalidir.
Beklemediği olur. Aklından bile geçmeyen başına gelir. Depremler, yangınlar, salgınlar... Sanki her an beklenmedik bir şey olacağı duygusu kente hâkimdir. Sadece ne olacağı ve ne zaman olacağı bilinmez.
Can havliyle hareket eder. Duygunun varlığı, bilginin yokluğu aceleyi arttırır. Hareketler hislerin kontroluna girer. Her ne olacaksa, ondan önce ne yapılacaksa yapılmış olmalıdır. Can havliyle...
Gözükaradır. Bir sonraki adımda ne olacağını merak eder. Ne olacağını ise fazla hesap etmez. Doğrusu, hesap-kitaptan pek hoşlanmaz. Sonuçta içinden geldiği ya da aklına estiği gibi davranır. Bu gözü karalıktır. Talihi yaver gittiği sürece sorun çıkmaz. İstanbul talihlidir.
Talihlidir. Çünkü talihli olduğuna inanır.
Huzurludur. Zira, “... Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla herşey ayağınıza gelir...” (A. H. Tanpınar, Huzur’dan). Formül belki de şarktadır. Ama İstanbul pek şarkta sayılamaz. İstanbul bir ayağı orada, bir ayağı buradayken, bu huzur getirici antistres formülünü de pek uygulayamamıştır anlaşılan. O nedenle huzurlu olma imkanını içinde barındırsa da huzuru bulamamıştır.
Streslidir. Çünkü, zaman onun kontrolundan çıkmıştır. Zaman kendi başına akışını sürdürürken, siz ve O, zamana yetişmeye çalışırsınız. ‘Stres’ bu yetişme çabasından kaynaklanır. O çaba, İstanbul’u canlandırır. Ama, çok da yorar. Sinirli yapar. Sinirlidir.