Hayat, bizi şaşırtır bazen…
Biz planlar yaparız, önümüzdeki günler, aylar hatta yıllar için bir şeyler tasarlarız kafamızda, sonra onlar olmayınca hayal kırıklığına uğrarız ya da olur gibi olunca ümitlenir, bu hayallere daha sıkı tutunuruz filan…
Oysa her şey olacağına varıyormuş hayatta…
İnsan yaşı kaç olursa olsun, hayatla didişmekten, onu hale yola koyabileceğini zannetmekten asla vazgeçmiyor. Bir şeyleri değiştirebileceğini düşünüyor. Eğer o durum değişir gibi oluyorsa kendini kahraman zannediyor kısa bir an da olsa…
Yokmuş öyle bir şey…
Tabii ki hayat mücadele demek, tabii ki uğraşacağız daha iyisini yapmak için, tabii ki dua edeceğiz daha iyisi olsun diye ama hayatın bizim için neyi, ne zaman, nasıl getireceğini aslında hiç bilmediğimiz için, ona biraz güvenmeyi, dualarımızın bir gün kabul olacağına inanmayı bilmeliyiz.
Bu konuya neden mi bu kadar takıldım?
Bu yazdıklarımı, bu sene, bire bir deneyimlediğim için…
Aslında bu bir münazara konusu olmaya layık bir konu.
Hayat kadere mi bağlıdır yoksa kaderi değiştirmek insan iradesinin bir eseri midir?
Ben galiba ilkine inanır oldum son bir yıldır yaşadıklarımdan sonra.
Bir doktor, hayatımı değiştirdi. Bize bir dost, bir yol gösterici ve bir yoldaş olmayı başarmış bu adamın bir akşamüstüne sıkışmış tatlı sohbetinin hemen ardından, ‘bu işten vazgeçmeyin, hadi gelin bir tedavi sürecine daha girelim’, demesiyle çocuk sahibi olmayı yeniden düşünmeye başlamıştım.
Bundan tam iki sene önce… Bu sohbetten bir hafta sonra Kurban Bayramı tatilindeyken telefonum çaldı, arkadaşımın ağlayan sesinde doktorumun çok ciddi bir hastalığın son evresinde olduğu haberi saklıydı. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Yeter ki yaşasın, demiştim kendi kendime. Öteki iş olacaksa olurdu zaten, ama o yeter ki yaşasın!
Düşünecek bir şey de kalmamıştı. Bu işe evet demek neredeyse şarttı. Bu haberden sonra doktorumu sadece bir kere görebildim. Sürekli yurt dışında tedavideydi. Ama benim tedavimin en önemli bölümünde Türkiye’ye geldi, o gün gördüğü en son hastalarından biri bendim. Sonra tekrar gitti. Takip sürecini harf harf, kelime kelime yazdım ona. Mesajlarıma beş dakika içinde mutlaka dönüyor, bu işin yolunda gittiğine dair düşüncelerini benimle paylaşıyor, korkacak bir şey olmadığını söylüyordu.
Bir gün, yazdığım bir mesaja ilk defa cevap alamadım.
Yolda, dedim kendi kendime, memlekete geliyor.
Sonra, sosyal paylaşım sitesinde okudum canım doktorumu kaybettiğimi…
Henüz elli yaşındaydı. İki erkek çocuk babasıydı. Daha göreceği mezuniyetler, çocuklarının evlilikleri, torunları vardı. Şahane bir eşi vardı kendi gibi doktor olan, onunla daha çok gideceği seyahatleri, yaşanacak birbirinden güzel günleri, biriktireceği anıları vardı. Benim gibi çocuk sahibi olmak isteyen, adını bile bilmediği sayısız insan vardı onunla henüz tanışmamış…
O sonsuzluğa gidiyordu olmaz, dediğimiz bir zamanda, bana bir kız evlat geliyordu olmaz dediğimiz başka bir zamanda.
Hepimiz, kendimiz için planlar yapıyorduk hayatla ilgili ama hayat bazıları için benden bu kadar derken, bazılarına hadi bakalım diyordu biz bilmeden…
Acıyla sevinci, korkuyla ferahlığı, ümitle ümitsizliği beraber yaşatıyordu bize…
Bir yandan gözyaşı döküyorduk bir yandan şükrediyorduk halimize…
Bir yandan ah keşke derken bir yandan iyi ki diyorduk işte!
Bu sebeple sırtımızı Tanrı’ya yaslamak, her zaman en doğru kararmış. Bunu bir kere daha anladım.
Ne olursa olsun, her zaman onun dediği, onun istediği zaman, o nerede isterse ve nasıl isterse oluyormuş.
Kızım, bana doktorumun bu dünyadan gitmeden önce bıraktığı en büyük hediyelerden biri olacak.
Onun büyümesini sabırsızlıkla bekliyorum, ümitle, heyecanla, sevgiyle ve şükürle…
Teşekkürler, Halit Fırat Erden…
Hayatımıza dokunduğun için…