Çok güzel bir tecrübeydi ‘Kitaplık’… Altı seneden fazla sürdü hikâyesi… Önce Vatan Gazetesinin pazar ekinde serbest konularda yazmaya başladım, birkaç sene böyle gitti yazılarım. Sonra Sevgili Güney Öztürk beni aradı, Tülay, bundan sonra kitap eleştirmeni istiyorum, o yazılar çok ilgi görüyor, yayınevleri bizi takip ediyor, dedi. Köşemin de bir adı olacaktı artık: Kitaplık.
Kitaplık’ın raflarına her hafta üç kitap ekleniyordu. En büyük keyfim, okulumun olmadığı pazartesi günü, büyük kitapçıların yeni çıkanlar bölümünü didik didik etmek ve ilgi çekecek kitapları alıp eve koşarak hızlı okuma yaparak yazımı yazmaktı.
Bir müddet sonra, yayınevleri Vatan Gazetesine kitap göndermeye başladılar. Hâlbuki orada benim bir masam bile yoktu. Bütün işimi evden yürütüyordum. Gazete, biriken kitapları eve göndermeye başladı. Koliden ayrı ayrı kargoya verilmiş, yazarının ıslak imzasını ve güzel sözlerini saklayan, içinde samimi notların saklı olduğu kitaplar çıkmaya başladı her hafta.
Artık, kitapları sıraya koyuyor, konularına ve hayatın getirdiklerine göre bir başlık altında onları tanıtan yazılar yazıyordum. Bazılarının hızlı okumayla sonunu görmüş olsam da güzelliğinden çok etkileniyor, başucu kitabı yapıp tadına vararak yeniden okuyordum. Bazen, gazeteden özel talepler de geliyordu, yıl sonunda en çok okunanlar, o yılın ödüllü kitapları ya da bir şair ve yazarın özellikle seçilmiş eserlerini anlatan bir yazı…
Vatan, benim evim olmuştu sahiden... Yazılarımın, yüzünü hiç görmediğim ama tatlı mesajları, nazik istekleri ve doğru yönlendirmeleriyle kendime çok yakın hissettiğim çalışma arkadaşlarımla aynı sayfalarda yayınlandığını bilmek, bana büyük gurur veriyordu.
Biriken kitapları okulların kütüphanelerine; okumayı seven, kitap biriktiren dostlarıma veriyordum. Adıma imzalı olanları da kitaplığımın raflarında saklıyordum.
Bu yazıyı durmadan “şimdiki zamanın hikâyesiyle” yazdığımın farkındayım ama bu hikâye, hikâye türünün bütün özelliklerini göstererek ‘şimdi’ydi ama artık geçmişte kaldı. Yaşanmış ve yaşanması mümkün olan her şeydi… Ben de Vatan’da şahane bir hikâye yazdım kendime; yaşandı, yaşanması mümkün oldu ve gazetenin hafta sonu eklerinin kapanması sebebiyle de sona erdi.
Tabii ki geçerli birçok nedeni vardı, sektör zor süreçlerden geçiyordu, kâğıt inanılmaz zamlanmıştı; artık, adına lüks denecek bu tür, keyfe yönelik, insanın ruhunu besleyen çalışmalar elzem olmaktan çıkmıştı belki…
Kendi kendime aklı başında birçok bahane buldum. Ta ki pazartesi günü gelip de yeni bir yazı yazmayacağımı fark edinceye kadar… İçimde kocaman bir boşluk duygusuyla yeni çıkanlara boş boş bakarken gözlerimin dolduğunu fark ettim. Ne kadar ‘benim’ yapıyordu insan kendine ait olanı! Ne kadar alışıyordu üretmeye, sevmeye, takip etmeye, gelişmeye, geliştirmeye!
O zaman dank etti kafama! ‘Kitaplık’ın sadece bana ait olmadığı… Yayınevlerinin, yazarların, okurların, herkesin olduğu… Şimdi hepimiz anlamsız bir şekilde onun raflarına dokunamaz olmuştuk. Hepimiz için uzakta bir yerlerde kalmıştı, artık hiç kimsenindi sanki… Öğretmen tarafım o anda beni kendime getirdi. Kitaplık benimdi! Bu kadar sene, benim farklı konularda yazdığım yazılarla zenginleşmiş, sonrasında başkalarının yazdıklarını kendi süzgecimden geçirmemle sağlamlaşmış kalın rafları vardı.
Kitaplar hep vardı ve var olacaktı. Ben de her zamanki gibi hep okuyup hep yazacaktım yine… Ve Güney Öztürk’ün dediği gibi “yollarımız bir gün bir yerde yine kesişebilir”di.
Hayat böyle küçük, tatlı ama sonsuz hikâyeleri de yazabiliyor bazen…
Yeter ki onun sonunda bize anlatmak istediği ana fikri iyi saptayalım.
Bu yaşanmışlıktan benim anladığım, bu ‘Kitaplık’ hep benim… Şimdilik raflarına yeni kitaplar koyamasam da…
Beni okuyan okurlarıma, sırf içinde ben de yazıyorum diye Vatan da almayı seçen yakınlarıma, beni kitap göndererek onurlandıran yazarlara ve yayınevlerine, bana bu imkânı sağlayan Sevgili Güney’e çok teşekkür ederim.
Ama en büyük teşekkürüm Sevgili Bensiyon Pinto’ya…
Niye biliyor musunuz?
Benim kalemimi bu işten anlayanların fark etmesini sağladığı için…