Son zamanlarda bazı okurlarım, artık ‘tarihin çöplüklerinde’ dolaşmamı bırakmayı ve biraz da geleceğe odaklanmamı tavsiye ettiler. Herhalde haklı olmaları gerekir. Ancak sık sık aklıma Churchill’in şu iki meşhur söylemi gelir:
“Study history, study history. In history lies all the secrets of statecraft. / Tarihi inceleyin, tarihi inceleyin. Devlet yönetim sanatının bütün sırları tarihte bulunur.”
“The farther backward you can look, the farther forward you can see. / Geçmişin derinliklerine gidebildiğiniz ölçüde, daha uzak geleceği görebilirsiniz.”
Bu yüzden, biraz daha tarihin artıkları arasında dolaşacağım ama artık fazla sürmeyeceğini ümit ediyorum. İleriki yazılarımda gelecekteki yaşamımızdan bahsetmeye çalışacağım. (Biraz iddialı bir cümle oldu… Sakın yanlış anlaşılmasın siyasete soyunmaya da niyetim yok. İleriki yıllarda belki görüşüm değişebilir!)
Günümüzde, en büyük ‘tarihi çöplüklerden’ biri, hepinizin yakından tanıdığı, Paris’teki Louvres Müzesidir. Ne zaman oraya gitsem ünlü Venüs heykelinin önünde durmadan, gezime devam etmem. (Yukarıda soldaki resim) Her gidişimde bana daha genç daha güzel ve daha mükemmel görünür. (Kulunuz yaşlandıkça bu his daha da artıyor galiba.) Ege Denizindeki Milos Adasında bulunduğu için ‘Milos Venüs’ü’ diye anılır. Bir sanat harikası olarak şöhretini muhafaza etmekte ve herhalde asırlar boyunca ününü sürdürecektir. Bu eserin MÖ 100 yıllarında yaratılmış olduğunu hatırlatırım, yani henüz çok genç sayılır. Bunu yazmanın nedenini birazdan anlayacaksınız.
Bu düşüncelere dalmışken, acaba heykelcilikte ne kadar geriye gidebilirim diye aklımda bir fikir belirdi ve yüzeysel bir araştırmaya giriştim. Büyük bir tesadüf eseri, karşıma en az 25.000 (yazı ile yirmi beş bin) yıllık olduğu belirlenen bir heykelcik çıktı. (Bazı kaynaklar 29.000 yıl diyor, ama böylesine geriye gittikten sonra 4000 yılın ne önemi olabilir?)
Çek Cumhuriyetinde, Brno şehri yakınlarındaki Dolni Vestoniçe adlı bir köyde bulunduğundan, ‘Dolni Venüsü’ adını almış. Halen aynı şehirdeki Moravia Müzesinde teşhir ediliyor. (Lütfen sağdaki resme bakınız. Güzelimizin önden, profilden ve arkadan fotoğraflarını görmektesiniz.)
Bu eser, seramikten yapılan en eski heykel olduğu kabul edilmiş. Diğer bir deyimle, yontma değil. Kil toprak ihtiva ettiği tüm kalıntılarla, kemik, fildişi parçaları, odun kırıntıları, tüyler, vs. bir hamur haline getirilmiş; belli bir şekil verilmiş ve kontrollü bir ısıda, odun ateşiyle (600 ila 800 derece arası olduğu tahmin ediliyor) pişirilmiş. Sonra soğumaya bırakılmış; soğumasını müteakip sırları sürülmüş ve tekrar ısıtıldıktan sonra son haline getirilmiş. Bütün bu ameliyeler 25.000 yıl evvel tatbik edilmiş. İnanılır gibi değil!
Ancak daha da ilginci, bu tekniğin günümüzde, bazı seramik sanatçıları tarafından, aynen kullanıldığıdır. Kil hamuru, olduğu gibi yine yoğruluyormuş hatta daha da tabii gözüksün diye bazen içine meyve sebze kabukları atılıyormuş ve odun ateşinde de pişiriliyormuş.
Şimdi bir düşünün, 25.000 yıl evvel bu işi tasarlayıp yapabilen bir insan herhalde sadece avlanmayı, beslenmeyi düşünmüyordu. Hedefi ne olursa olsun, hatta modern tabiri ile ‘sanat için sanat’ dürtüsü ile olsun, tılsım için olsun, bir eser yaratmak istiyordu. Böylesi bir toplumun yaşam seviyesini hayal etmek zor değil. Hele bu insanların daha sonraki bin yıllarda neler yarattıkları ne kadar ileri gittikleri belli değil. Tarihin karanlıklarına gömülmüş, kaybolmuş çok ileri bir medeniyetin sahibi de olabilirler.
Ünlü tarihçi Maurice Druon’un söylemlerinden ilham alarak şunları söylemek isterdim: Geçmişe doğru yürürken daha kesif bir karanlığa giriyoruz. Birdenbire karşımıza çıkan bir kalıntı bizi şaşırtıyor… Sanki çok çok uzak bir geçmişte, insanlık, çok üstün bir yaşam tarzına kavuşmuş, bilinmeyen sebeplerden neredeyse yok olmuş veya hafızasını kaybetmiş. Kalanlar her şeye yeniden başlamışlar.
Yirmi dokuz bin yıl geriye gittik… Gelecek yazılarımın birinde, ne kadar ileriyi görebileceğimizden bahsetmeye çalışacağım…