Amerikalı yazar Michael Lewis’in dünyayı kasıp kavuran kitabı ‘Moneyball / Kazanma Sanatı’, başta spor olmak üzere iş dünyasından eğitime kadar her alanda gelişmiş istatistiki analizin, şimdinin en popüler konularından biri olan ‘Büyük Veri’ kullanımının önemini anlatmaktaydı. O zamana kadar oyuncularını ‘içgüdüleriyle’ seçen bilirkişilerin yerini matematiksel analize bırakan bir beysbol takımının ufak bütçesine rağmen nasıl dev bütçeli rakiplerine kafa tutabildiğini göz önüne seriyordu. Bu kitap, Amerikan kültürünü o kadar etkiledi ki ‘moneyball’lamak’ günlük yaşamda kullanılan bir fiile dönüştü. 2000’lerin ortasından günümüze gelindiği dönemde spor dünyasından iş dünyasına irili ufaklı binlerce organizasyon kendini ‘moneyball’lamaya’ adadı. Basketbol alanında genel geçer istatistikler kendilerini tarihin tozu raflarında yer bulurken, şirketler müşterilerini ana babalarından, eşlerinden dostlarından iyi tanımak için internet sayfalarındaki her tıklamayı, mağazalarından alınan ya da alınmayan her ürünü takip etmeye ve bu topladıkları verileri didik didik etmeye başladı.
Peki, bütün organizasyonların (sporun içinde veya dışında olsun) her şeyi moneyball’ladığı bir dünyada, birini diğerlerinden başarılı ne kılabilir ya da ne ayırabilirdi? Bunun cevabı kah kafa patlatmaya layık görmediğimiz kah yapanları “felsefe yapmakla” suçlamakta beis görmediğimiz ancak organizasyonların temellerini oluşturan kimya, ruh, misyon, vizyon gibi elle tutulamayan, gözle görülemeyen kavramlar.
Barcelona’yla kupalara ambargo koyan Pep Guardiola kendine meydan okuyacak yeni bir lig ararken, Avrupa’nın başka köklü bir takımı olan Bayern Münih’le görüşmeye başladı. Bayern Münih yönetimi Guardiola’yı değerlendirirken önce kulübün değerleri, vizyonuyla örtüşüp örtüşmeyeceğini değerlendirdi ve sonrasında kendisiyle yola çıkma kararı aldı. Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı Koçu Zeljko Obradovic imzayı attığında da yine aynı kavramlardan dem vurdu. Vizyonunu Ülker Arena’yı her maçta dolduracak bir taraftar kültürü yaratmak üzerinden tanımladı ve oyuncularını seçerken sadece ‘moneyball’lanmış’ profillerine değil, vizyonuna uygun değerlerle örtüşüp örtüşmediğine de baktı. Daha yakın zamandan bir örnek vermek gerekirse (geçtiğimiz yaz döneminden) herkesin NBA’in tartışmasız en başarılı organizasyonlarından biri olarak gördüğü San Antonio Spurs’ün, takımın merkezi olarak görülen Kawhi Leonard’ın geçen sene değerlerine uymayan davranışları nedeniyle Toronto Raptors’a göndermesi sayılabilir.
Bu ve bunun gibi onlarca örneğin ortak noktası şudur: Felsefi temelleri oturmamış veya bu temeller üzerinden ilerlemeyen bir organizasyonun ne kurulma, ne büyüme, ne de yenilenme döneminde başarılı olabilmesi düşünülemez. Bu yüzdendir ki sıkça şikâyet ettiğimiz durumun, yani ülkemizde birçok spor organizasyonunun uzun vadeli plan yapamamasının, yaptıklarının da suya düşmesinin temelinde yatan bu felsefi eksikliktir. Son zamanlarda Ali Koç’un da Fenerbahçe’nin başına geçmesiyle beraber hem ligin kalitesinin hem de görünürlüğünün artması bakımından yükselen beklentiler ne yazık ki şimdilik tam da bu yüzden, yani Koç’un gereken felsefi temelleri oturtamadan günlük çekişmelerde kaybolması yüzünden karşılanamamaktadır.
Karl Marx, kendinden önce gelen Batı filozoflarına şöyle bir eleştiri getirmişti: “Filozoflar bu zamana kadar dünyayı değişik biçimlerde sadece yorumladı, şimdi ise onu değiştirme zamanı geldi.” Söz konusu bizim spor dünyamız olduğunda ise Marx’a karşı çıkmalıyım. Bizim önce yapmamız gereken yorumlamak, düşünmek ve felsefe yaratmak. Ne zamanki başarılı bir spor insanımızın ya da kulübümüzün spora getirdiği bir felsefe kitaplara konu olmuş olacak, o zaman zaten müzelerde var olan kupaların, madalyaların sayısı katlanmış olacak. Buna hiç şüphem yok...