Büyük trajedi sahneye konarken…
Zweig ‘Dünün Dünyasında’ 20. yüzyılın ufukta görünmesini anlatırken annesini babasını şuna benzer sözlerle eleştirecektir: “Viyana’nın lüks salonlarında vals yapıp neşe içinde kahkaha atarken, yaklaşan kara bulutların nasıl olur da hiç farkına varmamıştınız?”
Gerçekten de 20. yüzyılın başında Viyana’dan görünen dünya, Kant’ın ‘ebedi barışının’ renklerine bürünmüştür sanki. Hâlbuki gökyüzü aynı anda beyazımsı mavisinin ardında, kurşuni bulutları biriktirmeye başlamıştı bile. İnsanlığın tanık olacağı en trajik yüzyıla hazırlanılıyordu aslında ve değil Zweig’ın annesi, babası, kimse farkında olmayacaktı gök kubbenin korkunç bir gürültüyle yeryüzünün başına yıkılacağını.
Halbuki ne de umut vaat ediyordu her şey; liberalizm sınırlarını genişletirken mal alışverişi herkesin refahını arttıracak, ilerleyen teknoloji insan yaşamını kolaylaştırıp çilesini azaltacaktı. Artan üretimin ve ticaretin refahı arttırması sükûnet ortamını vazgeçilmez hale getirecek, rasyonel insan bunu gördüğünde gökkuşağının renklerine bürünmüş barış nihayet tüm ulusları kapsayacaktı. Dinler dahi artık farklılıklarını değil, benzerliklerini ortaya çıkartıp bu gelişmeye katkıda bulunacaklardı.
Ama iki büyük savaşlı, iktisadi krizli, soykırımlı, atom bombalı, Hobsbawn’ın deyişi ile “en kısa yüzyılın” trajedisi için sahne tüm hazırlıklarını tamamlıyordu.
21. yüzyıl neye gebe?
Ve nihayet bugün alınan derslerle yeni trajediler önlenebilecek mi, yoksa Zweig uzaklarda bir yerlerde, sonuna kadar küskün, umutsuz, yaşamına boşuna mı son vermiş olacaktır kendi eliyle.
İyimserlerin tutumu, 19. yüzyıl Viyana’sının kristal kadehli çınlamalarının eşliğinde kahkahaların atıldığı salonları hatırlatıyorlar bugün uzaktan, uzağa. Genel savaşsız bir dönem, teknolojinin gelişmesi, açlığın azalması, vs. onlara göre bunun yeterli kanıtları.
Hâlbuki ilk bakışta öyle dursa da biraz daha dikkatli bakıldığında dünyanın görüntüsü bugün uzaktan Munch’ın ‘çığlığını’ hatırlatacaktır: Daha önce sahnede olan az sayıdaki ulusal aktör yerini sonsuz sayıda etnik gruba bırakmış, hepsi bağımsızlığının peşinde karşı tarafı düşman bellemiştir.
Öte yandan modern zamanların başında artık yer üzerinden el çektirildiği düşünülen kutsal da sanki geri dönmüştür. Din bugün hâlâ kitleleri eyleme geçirebilen, toplumsal yapıyı oluşturabilen, bireyin kendini tanımlamasında, var etmesinde azımsanmayacak bir yere sahiptir. Ve eskilerde kaldığı sanılan kutsal adına şiddet nerede ise meşruiyet (en azından bazı çevrelerde) kazanmıştır. Böylece kutsala ait olan kardeşlerim ve düşmanlarım ayırımı 21. yüzyılda olanca gücü ile kendini sürdürmeye devam edecek gibi görünmektedir.
Gök kubbenin tekrar ağır ağır kurşunileşmesi, en sağır kulaklar tarafından bile duyulabilecek uzaklardaki gümbürdemeler, tabii ki sadece işaret edilen nedenlerin sonuçları değildir. Tabiatın ağır krizi, iktisadi bunalım bugün tehlike çanlarının sesini en kuytu köşelere taşımaktadırlar. Bununla birlikte bu yazı dizisinde amaçlanan, diğer nedenleri geçici bir zaman için bir yana bırakıp ufkun yine kararmasında devletle, dinin sorumluluklarını görmek ve ikisinin de çatışma yaratıcı potansiyellerini tartışmaya açmak olacaktır. Nihayet, genel olarak kutsal adına şiddetin nereden kaynaklandığına göz atarken özellikle Yahudiliğin dininin de böyle bir unsuru içerip içermediği sorgulanacaktır.
Din bugün hâlâ en çok kadim topraklarda etkindir. Bu nedenle Ortadoğu’nun siyasi ama aynı zamanda kültürel bunalımı eş anlı olarak bütün bir batı uygarlığının bunalımı olacaktır. Bu medeniyetin temellerinin Yahudi-Hıristiyan kültürü tarafından atıldığı bilindiğinde bunda şaşıracak bir şey olmayacaktır.
İyimserler aynı fikirde olmazlarsa da gökyüzü gittikçe kararmaktadır. Zweig’ın dikkati çektiği gibi 30’lu yılların renkleri her tarafı yine aynı tona boyamaktadır. Jankélévitch’in uyardığı gibi “olabilecekler olmadan”, her düzeyde yoğunlaşan muhafazakârlık tüm ruhları teslim almadan acil eylem planı hazırlamak gerekecektir.
Devlet her yeri kapsarsa
Tezlerini doğrulamak için asla değil ama amacımıza varmamızı kolaylaştıracağı için Carl Schmitt’ten yola çıkmak gerekecek. İktidar, Schmitt’e göre birleştiren ve ayırandır. İnsanları arkadaş ve düşman halinde gruplamanın, toplamanın ve ayırmanın kriterlerinin oluşturandır. İktidar, arkadaş, kardeş olanlar ve düşman olanlar şeklinde safladıklarını ancak bu sayede savaşa - ölmeye gönderebilecektir. Öyle ise devlet önce birleştiren ve tüm ayrılıkları yok edendir. Schmitt’in deyişiyle total olandır. Her şeyi kapsayandır. Burada özerk olan hiçbir alan olmayacaktır. Bilim, sanat, spor hiçbir şey özerk olmayacaktır. Her şey toplam içindir. Devlet hem toplamın içini belirleyendir, hem de kimin kardeş, kimin düşman sayılacağını söyleyendir. Öyle ise bir tek birleştirici değil aynı zamanda ayırt edici olandır. Birleştirdiğini, başkasından ayırandır. Başkası, düşman olandır. Bu durumda, özellikle bir kriz sırasında devlet savaş ilan edendir. İnsan toplulukları arasında yaptığı ayırım bunu meşru hale getirecektir. Devlet öyle ise savaş için var olandır. Yaşama nedeni nerede ise budur.
Bu kısa açıklamadan sonra söylenmek istenecek olanlar nerede ise ortaya çıkmıştır. Zweig’ın gelmekte olanı niye anlamamıştınız dediği bu olacaktı. Nazi iktidarının ve toplamın savaşı hazırlanıyordu. İktidar her yeri kapsayan devletle birlikte kavgayı, çatışmayı, savaşı hazırlayacaktı. Arkadaş grupları, arkadaş olmayanlarla düşman olmalıydı. Her şeye hakim olanın mantığında başka türlüsü olamazdı. İktidar eğer her şeye egemen olacaksa savaş ve şiddet kaçınılmaz olacaktır.
Dünyanın görüntüsü buna denk düşmüyor mu bugün?
Ama buradan asıl gidilmek istenen yere, analizin ikinci aşamasına varılacaktır.
Şiddet unsurunu içinde barındırıyorsa eğer din, aynı analiz ona da uygulanabilecek mi? Özellikle Yahudiliğin bir yorumuna, fanatik bir algısına uyarlanabilecek mi?
Soru ve sorun bütün ağırlığı ile gündemdedir.
Tartışmaya devam edeceğiz.
devam edecek