18. yüzyıldan itibaren ‘göç’ bambaşka bir anlam kazandı; ulus-devletin hakimi olan grubun siyasetini gerçekleştirme aracı oldu.
Geçen hafta derslerimden birinde Refik Halit Karay’ın ‘Gözyaşı’ adlı öyküsünü okuduk. Öyküde Balkan Savaşları’nda yaşanan katliamlar nedeniyle üç çocuğunun birini sırtına, öbürünü karnına, bebesini de kundağına sarmış, fırtınalı bir gecede düşmandan kaçan annenin; çocuklarının üçünü birden kaybedişi anlatılıyordu. Kadın o günden sonra artık hiç ağlayamıyordu çünkü göz pınarları kurumuştu… Öykü sanki şu anda yaşanıyormuşçasına gerçek. Keşke olmasaydı diyorum ama aynen yaşanıyor yine bizim coğrafyamızda. Hemen yanı başımızda bir insanlık dramı sahneleniyor. Suriye’de acı çeken, yaşam mücadelesini kazanamayıp buz gibi Ege sularında boğulan, çoluk çocuk perperişan olan bir halkın felaketini sekiz yıldır beraber yaşıyoruz, üzüntüden kahrolarak. BM verilerine göre savaş öncesi yaklaşık 20 milyon nüfusu olan ülkede son sekiz yılda yaşanan çatışmalar şu ana kadar beş buçuk milyondan fazla Suriyeliyi ülke dışına kaçmaya zorladı, altı milyondan fazla Suriyeli de ülke içinde yer değiştirdi. BM, ülkedeki şiddetin yol açtığı kaosu II. Dünya Savaşı’ndan bu yana sivillerin karşı karşıya kaldığı en büyük yerinden edilme durumu olarak değerlendiriyor. Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi verilerine göre savaşın başlangıcından bu yana 340 binden fazla insan hayatını kaybetti. Ülkesinden kaçmak zorunda kalan 3,5 milyon insana ise Türkiye tüm gücüyle kucak açtı. Biz Türklerin, göçlere ve göçmenlere karşı pek çok uygar görüntülü dünya devletinden çok daha şefkatli, sevecen ve empati kurmayı bilen yaklaşımımızın altında yatansa tarihimizde yaşadığımız benzer acılardır. Bizim coğrafyamız asırlardır asimile edilmeye çalışılan mazlum halkların, bu nedenle köyünü, şehrini, her şeyini geride bırakıp yaka paça kaçan milyonlarca insanın sığındığı bir ana kucağıdır. Dolayısıyla Suriyeli mülteciler konusuna bambaşka gözlerle bakmak için yine ve daima tarihe bakmak gerekiyor. O zaman uygulanan politik tavrın ciddi bir devamlılık gösterdiğinin farkına varabiliyor insan; eşyanın tabiatına aykırı hiçbir durum yok ortada…
18. yüzyıldan itibaren ‘göç’ bambaşka bir anlam kazandı; ulus-devletin hakimi olan grubun siyasetini gerçekleştirme aracı oldu. Buna hemen Bulgaristan’da 1984’ten sonra Türklere uygulanan asimilasyon politikalarını hatırlatarak başlamak istiyorum. Komünistler, Türklerin isimlerini, okullarını, dillerini yasakladılar ve bütün bunları bugünden sadece 35 yıl önce tüm dünyanın gözünün içine baka baka yaptılar. Tabi 1992 ve 95 yıllarında Bosna ve Kosova’da yapılan katliamları asla unutamayız. Göçler çeşit çeşit nedenlerden olur, en başta ekonomi var ama bazen de dini ya da siyasi nedenlerle insanlar göç etmek zorunda kalıyorlar. Osmanlı topraklarına kitlesel göçler 1856’dan sonra Kırım Türkleriyle başladı. Müslümanlar, bölgenin stratejik önemi nedeniyle Ruslar tarafından göçe zorlanmış ve bölge Ortodoks Hristiyan halklarla dönüştürülmüştür. Ardından 1864’te Kafkas Göçleri başlar. Rusya, Şeyh Şamil’in 25 yıllık direnişini kırar ve abuk subuk nedenlerle acımasızca, son derece kanlı bir biçimde 2 buçuk milyon insanı göç ettirir. Bu insanların yarısı hastalıklardan ve tıpkı maalesef bugün çektikleri acılarla bizi yasa boğan Suriyeliler gibi, bu sefer de Karadeniz’in sularında boğularak ölürler. Yaşayanlarsa Anadolu’ya ve Rumeli’ye yerleştirilirler. Tabii bu asrın kargaşası bitmeyecektir. Balkan, Bulgar, Sırp ve Rum milliyetçilerin dini ve ırkçı saiklerle hareket ettikleri milliyetçiliklerinin ilk hedefi ‘Müslümanlar’ yani Türkler olmuştur. Oysa bu ‘Müslümanlar’ın önemli bir bölümü İslamiyet’i kabul eden yerli halklardan yani Sırp, Hırvat, Rum, Boşnak ve Ulah’lardan oluşuyordu. Bu Rumeli Müslümanlarının bir milyonu Balkan Savaşları’nda öldürülmüş; iki milyondan fazlasıysa 1878-1912/13 arasında göç etmek zorunda kalmıştı. Rusya’nın kendine benzer Slav ve Ortodoks eksenli halklar yaratma ve onları Müslümanlardan boşalttığı topraklara iskân etme politikasının oyun kurucusu ‘Göçler’dir. 1923’te binbir eziyetle kurulan genç Türkiye’nin ‘göçlerle imtihanı’ bitmeyecektir. 1926’da Yunanistan ile Nüfus Mübadelesi yapılır ve bir milyon 200 bin Anadolu Rum’u Yunanistan’a; yarım milyon Yunanlı Müslüman ise Türkiye’ye göç ettirilir. Tabi bu göç ettirilen Yunanlıların Türkçe’den başka bir dil bilmediklerini, gittikleri Yunanistan’da yıllar boyu dışlandıklarını; yine aynı biçimde Yunanistan’dan Türkiye’ye göç ettirilen yarım milyon Müslüman’ın içinde de Drama, Kavala, Karacaova ve Kesriye’den gelen Bulgarca ve Makedonca konuşan Pomaklar, Romence konuşan Ulahlar, kendi dilleriyle konuşan Arnavutlar olduğunu ve bütün bu dil karmaşasının bu halklar üzerinde ne derin travmalar yaratmış olabileceğini başka bir yazımın konusu yapmak istiyorum. Çünkü içine katıldığı toplumun dilini bilmemek ‘yabancılaşmanın’ en temel nedenidir; içine düştüğünüz dipsiz bir kuyudur. O kuyudan çıkmaksa birkaç kuşak insanın yetişmesini gerektirir.
Bugünün Türkiye’sini oluşturan en önemli yüzyıl 19. yüzyıldır diyebiliriz. Göç dalgalarıyla gelen Kırımlılar, Kafkaslar, Çerkesler, Balkanlılar, Kürtler, Lazlar ve aklımıza gelen gelmeyen tüm halklar atalarımızdır. Anadolu toprakları Osmanlı’nın bakiyesi olan tüm halkların yerleşmesine yetecek kadar büyüktü ve daima da büyüktür. Her ne kadar zorlanırsak zorlanalım, geldiğimiz yeri unutmayalım, tarihe bakalım, genetik kodumuz gereği ‘çare bulmaya ya da ilaç olmaya çalışalım’, ‘vicdanımızın sesini dinleyelim’ derim. O Ege’nin, Karadeniz’in, Akdeniz’in dili olsa da konuşsa, kim bilir neler neler anlatırdı kulağımıza…