Coğrafya kaderdir

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
31 Ekim 2018 Çarşamba

Yıllar önce bir arkadaşım şöyle demişti: “Neden mesela 1453’te İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilişini öğrenirken dünyada, dünyanın herhangi bir coğrafyasında neler olduğunun izdüşümünü öğrenmeyelim?” Evet, aslında öğrenmiş gibi yaptıydık ama doğrusu öğrenmemiş, kavramamış, ezberlemiştik. Amacım eğitim sistemimizin aksaklıklarını aktarmak değil ama o yıllarda üzerinde durup düşünmeye fırsatımızın olmaması bir yana karşılaştırmalı bir tarih bilgisi verilmemesi bilimsel düşünme yeteneğimizi köreltti. Olaylar arasındaki akışı, nedenleri ve buna bağlı oluşan sonuçları kurgulayamaz olduğumuzu görüyorum şimdilerde. Ciddi anlamda klişeleşmiş yargılarımız var bazılarımızın. Mesela, “Yok arkadaş biz dünyanın yüz yıl hatta iki yüz yıl gerisindeyiz” diye başlayan acımasız yargımız aslında gerçekten bizi ciddi anlamda aşağıya çekiyor ve aşağılık kompleksimizi adeta alevlendiriyor. İyi de niye öyleyiz? Sorumu biraz değiştirerek soruyorum; gerçekten pek de becerikli olmadığımız için mi öyleyiz? Suçlu kim? Ya da ne? Büyük alim İbn-i Haldun’un şu meşhur ‘Coğrafya Kaderdir’ sözünü yazımın alamet-i farikası olarak görün ve o pencereden bakın lütfen. 1453’te Sultan Mehmet İstanbul’u fetheder. İyi de biz Avrupa’ya açılan pencere olarak gördüğümüz İstanbul’u fethetmekten başka ne yapabilirdik? Dönemin en farklı, en rakip, en Hristiyan ve en ulaşılmaz olanını fethetmiştir zaten Osmanlı atalarımız. Bütün bunlar olurken 15. yüzyılın son çeyreğinde Avrupalı denizciler -Portekizli ve İspanyol gemiciler de kendilerine en yakın olanı fethetmeye- olmadı keşfetmeye doğru yola çıkar. Ve dünya değişmeye başlar. Ve aslında dünya değişmişse bunun bir nedeni bu gemicilerin ihtiraslarıdır. Bu ihtirası besleyen kaynaklar başka bir yazının konusu olmakla beraber Batlamyus ve Strabon adlı iki önemli coğrafyacı klasik dünya algısının değişmesinde önemli rol oynarlar. Antik dönemde temellenen ve Ortaçağ’da da gördüğümüz haritalarda devam eden inanış doğrultusunda dünya her tarafından okyanus ile çevrili bir ada olarak tasvir edilmiştiö. Okyanusun başladığı, bilinen dünyanın bittiği yer ise o dönemdeki ismiyle Herkül Sütunları, yani Cebelitarık Boğazıdır. Herkül Sütunlarının ötesi bilinmezin dünyasıdır. 15. yüzyılın sonlarındaysa Herkül Sütunları, bilinen dünyanın sınırları olmaktan çıkar ve 1475’te Ekvator geçilir. 1488’de daha sonra Ümit Burnu adını alacak Afrika kıtasının güney ucuna Bartelemeu Dias tarafından varılır. 1497’de ise Vasco de Gama tarafından burası da geçilir. Afrika’nın çevresi dolaşılır ve deniz yoluyla ilk kez 1498’de Hindistan’a varılır. Böylece Antik dönemde bazı düşünürlerin iddia ettiğinin tersine Hint Okyanusunun kapalı bir deniz olmadığı anlaşılmıştır. Ama Avrupalıların küre üzerinde yer alan kara parçalarına dair bilgilerindeki en büyük kırılma yeni bir kıtanın yanlışlıkla keşfedilmesidir. Doğu Asya’ya ulaşmak isteyen Kolomb öncülüğünde üç gemide bulunan mürettebat 12 Ekim 1492’de bugünkü adıyla Bahamalar’a vardığında o tarihe kadar bilinmeyen bir kıtayı keşfettiklerinin farkında değillerdir. Bundan daha büyük yaşanan şaşkınlık ise Balbao’nun 1513’te çok kısa süre önde varlığını öğrendikleri bu kıtanın batı yakasındaki bir tepeden Güney Denizi olarak adlandırdığı Pasifik Okyanusunu görmesiyle gerçekleşir. Bilinen dünya hızla büyümektedir ve bu sürecin doruk noktası 1519’da Macellan’ın öncülüğünde başlayan ve hep batıya giderek üç yılın sonunda 1522’de dünyanın çevresinde dolaşıp, yolculuğuna başladığı ispanya limanına geri döndüğünde yaşanır. Üç yılın sonunda beş gemilik filodan sadece bir gemi, 240 mürettebattan ise 35 kişi kalmıştı. Ve dönenler arasında yolculuğun fikir babası Macellan yoktu. Artık Antik dünyanın bilinen sınırları Herkül Sütunları inancı yerle bir olmuştu; artık dünyanın ne sonu ne sınırı vardır. İspanya Kralı I. Carlos 1516’da yeni bir slogan kullanmaya başlar: ‘Daha Öteye’ Bu yeni bir algıyı simgelemektedir. Bu ifade Herkül Sütunlarında yazıldığı varsayılan ‘Daha ötesi yok’ ibaresine cevap olarak yorumlanacaktır. Kristof Kolomb’un Asya’nın VI. Aleksandr, Atlantik Okyanusunun hakimiyet sahalarını belirlemek amacıyla bir ferman yayınlar. Papalık kararına göre bugünkü Senegal açıklarındaki Cabo Verde Adaları başlangıç alınarak, bu noktanın yaklaşık 100 fersah yani 600 kilometre batısından, kuzey-güney yönünde geçtiği varsayılan bir sınır çizgisi oluşturur. Bu sınırın batısında yer alan bölgeler İspanya egemenliğinde, doğusundaki bölge Portekiz hâkimiyetinde kabul edilecektir. Ve her iki ülke de kendi alanlarında keşifler yapma tekelini elde eder. Ancak anlaşmadan bir yıl sonra Portekiz’in itirazıyla sınır çizgisi değiştirilir ve Torsedillas Anlaşması imzalanır ama tüm sorunları çözemez. İki ülke Hint Okyanusunu paylaşamaz ve 1529’da yeni bir anlaşma, Zaragosa Anlaşması, imzalanır. Torsedillas Anlaşması, paylaşım sürecinin dışında kalmak istemeyen Hollanda, İngiltere, Fransa gibi ülkeler tarafından Atlantik Okyanusundaki serbest dolaşım ve ticaret hakları öne sürülerek eleştirilmişti. Ve İngiltere ve Fransa 16. yüzyılın ilk yarısında itibaren Kuzey Amerika’da hakimiyet kurmaya başlar. 1497’de Giovanni Caboto İngiltere adına Kanada sahillerine ulaşır. Fransa adına ise Verrazzano 1524’te Terre Neuve, Jacques Cartier ise 1535’te ve 1541’de Saint Laurent’a yerleşir. İşte artık Atlantik Okyanusu Avrupalı güçlerin mücadele alanına dönüşmüştür. Ezcümle, 1529’da önce Kanuni Sultan Süleyman tarafından Viyana ilk kez kuşatılır. Yetmez 1586’da bu sefer de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından ikinci kez kuşatılır ama başarıya ulaşmaz. Evet, hep hatırlamak lazım İbn-i Haldun’u; “Coğrafya kaderdir.”