Dünyada kör milliyetçiliğin artması ve buna paralel olarak, nefret söyleminin, öfkenin, şiddetin, özellikle ABD’de aşırı sağcıların Yahudilere, Siyahilere ve göçmenlere yönelik ölümcül saldırıların artmasıyla, Donald Trump ve birkaç benzer devlet başkanı hariç, dünya liderleri sürekli uyarılarda bulunmaya başladı.
Dünyada kör milliyetçiliğin artması ve buna paralel olarak, nefret söyleminin, öfkenin, şiddetin, özellikle ABD’de aşırı sağcıların Yahudilere, Siyahilere ve göçmenlere yönelik ölümcül saldırıların artmasıyla, Donald Trump ve birkaç benzer devlet başkanı hariç, dünya liderleri sürekli uyarılarda bulunmaya başladı.
En çarpıcı açıklamayı yapansa da, başkanlığa seçildiği zaman yeni bir umut olarak görülen ve meseleleri ele alma şekliyle yeni bir yönetim paradigması yaratması beklenen Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron olacaktı.
Avrupa’da gelişen siyasi hareketliliğin karanlık yönü ve kimi liderlerin bunları siyasi çıkarları için kullanma eğilimleri göstermesi karşısında Macron, “Yaşadığımız süreç iki dünya savaşı arası dönemine çok benziyor” diyecekti geçtiğimiz günlerde...
Şöyle telaffuz edecekti kaygılarını Macron: “Milliyetçilik hareketleri cüzzam hastalığına benziyor. Korkularla, milliyetçi savlarla ve ekonomik krizlerin sonuçlarıyla bölünmüş bir Avrupa’da, I. Dünya Savaşı’ndan 1929 krizine dek Avrupa’nın hayatına egemen olan neredeyse her şeyin yöntemsel olarak yeniden telaffuz edildiğini görüyorum...”
***
1932’de Albert Einstein, hissettiği ve gelmekte olan büyük savaşı önlemek adına insanın ruhunun derinliklerinde çalışmalar yapan Sigmund Freud’la edebiyat dünyasına damgasını vuran o ünlü mektuplaşmalarında ünlü psikanaliste basitçe sorar, “Neden Savaş?” diye. Yaradılıştan beri insan zihninin geçirdiği o kadar büyük devrimlere rağmen savaştan kaçınılamamasını kafasına takan Einstein, Freud’a dünya aydınlarının inisiyatif alarak savaşa karşı gelinmesi için ortak çalışmanın zaruretini anlatmaya çalışır. Şöyle der: “İnsanın yüzyıllardır tüm iç ve dış savaşlardan kurtulma özlemi var. İsa’dan, Goethe’den Kant’a kadar hepsinde bu kurtuluş özlemi var. Ama ne yazık ki siyaseten pek bir etkileri olamıyor.” Einstein, Freud’a tüm dünya aydınlarının kuracağı bir barış kurumunu önerir ve bu kurumun dinsel kuruluşları da savaşa karşı harekete geçirmeye çalışabileceğini savlar. Böylelikle yüksek saygınlığa ulaşmış aydınların çabaları ile dönemin kurumu olan Milletler Cemiyeti’ne de savaşları önleme adına büyük bir manevi destek verilebileceğini ifade edip önerisi ile ilgili düşüncelerini ister.
Sigmund Freud, Einstein’a cevaben yazdığı mektupta insanın hayatını yönlendiren ve yöneten iki temel içgüdüye sahip olduğunu söyler. Biri yaşama ve insan sevgisi olarak nitelendirebileceğimiz erotik (Yunan mitolojik kahramanı ve yaşamı simgeleyen Eros’tan geliyor) içgüdü, diğeri de zararlı ve saldırgan olarak ifade edilebilecek zarar verme ve öldürme içgüdüsü.
Tüm hayatımız bu iki içgüdünün iç içe geçmiş formlarının ruhunuza yansımasıdır Freud’a göre. Bazen biri öne çıkar, başka bir zaman da diğeri. Aralarında bir denge çerçevesinde gizemli bir diyalektik ilişki mevcuttur. Freud şu ilginç bulgusunu da paylaşır mektubunda: “Kendini koruma içgüdüsü kesinlikle erotik bir içgüdüdür ama bazen yaşama tutunmak adına bu içgüdü saldırgan bir eyleme de gereksinim duyabilir. Aynı şekilde aşk içgüdüsü de belli bir nesneye yöneldiğinde o nesnenin etkin olarak sahiplenilmesinde rol oynuyorsa açgözlülüğün katılımına ihtiyaç duyar...” Freud’a göre bu içgüdüler doğuştandır ve değişemezler.
Sigmund Freud mektubunun sonunu biraz iyimserlikle bitirir, ‘ama’sı ile birlikte:
“İnsanın kültürel gelişiminin ve ileride savaşların alacağı inanılmaz dehşet düzeyinin, insanlığı savaşmaktan vazgeçirebileceğini umut ediyoruz ama bunun ne yolla gerçekleşebileceğini tahmin edemiyoruz…”
ABD-Çin ekonomik savaşı ve bunun getirdiği her anlamda içe kapanıklık, tüm dünyada yükselen popülist ve aşırı sağcı liderler, globalizasyonun bireyde yarattığı işsiz kalma ve gelecek korkusu ile, bundan kaynaklanan ırkçı yaklaşımlar gibi önemli faktörler ele alındığında insanlığın Freud’un tasvir ettiği umutlu noktadan bir hayli uzakta olduğunu gösteriyor. Aşırı silahlanmanın dur durak bilmeden devam ettiğini de dikkate de alırsak Macron’un yerden göğe haklı olduğunu görmek mümkün…
Olması dilenemez, ancak burnumuza pis kokular, kulağımıza da uzaktan ‘tam tam’ sesleri geliyor…
“Ben seni düşünmek istemesem de,
Bana her şey seni hatırlatıyor,” ey lanetli savaş.