“İzmirli bir annenin çocuğu olarak diyebilirim ki, fotoğrafların bile kalmadığı büyük yangından bahsedilir, başka da bir şey pek anlatılmazdı. Kapkara kül kaplı bir örtüyle unutulmuş bir yaşam örgüsü yeni hayatları umarak geride bırakılmış, sanki bir daha dönülüp bakılmamış gibi...”
“Sen ölüyü diriltiyorsun, öyle bir enerjin var” diyordu bir arkadaşım geçtiğimiz günlerde bir hurdacıdan önüme düşen fotoğrafları ve mektupları ona anlattığımda. Aman Allah’ım!!! Nasıl da korkunç bir sorumluluktur bu eğer böyle bir gücüm varsa! Korktum bir an kendimden, ölüyü diriltmek her zaman iyi bir şey olmayabilir çünkü. Karıştırmamak gerek çok da fazla geçmişi, karıştırmamak gerek küllerini… Her ne kadar zaman yatay ya da dikey bir çizgi değilse bile.
Geçirgen ve geçişgendir zaman. Peş peşe ya da üst üste olduğunu varsayarız oysaki bir bütündür zaman. Kum taneleri misali üstten düşerken kimi altlara kayıyor kimi üstlerde kalıyor. Bilemiyorsunuz hangisi üste hangisi hangi araya giriyor. Ya da, yok yok, sıktığınız limonun suyunu sıkacaktan bardağa döküyorsunuz… Yok bu da olmadı. En güzel benzetme rakı sanki… Alkol olarak düşünmeyin –ki o da burada önemli- rakıyı koyduğunuz bardağa suyu eklerken, su döküldükçe rakıya karışıyor. Hangi damla önce gelmiş, hangisi sonra: belli değil! Bir bütün oluyor bardağın içinde, yaşam oluyor. Bazan uyaran, bazan uyuşturan, acıtan ya da güldüren… Yine de her yudum birbirine sarılan… İşte böyle bir şey zaman dediğimiz de.
Ne yatay ne de bir çizgi… Ne peşi sıra, ne üst üste! Öyle gibi algılasak da geldiği andan itibaren beni ben yapan, karıştırdıkça buluşturan, buluşturdukça bulandıran, unutturan ya da hatırlatan, acıtan ya da okşayan… O yüzden karıştırmamalı belki de çok fazla; keyif almaya bakmalı yaşamdan henüz yaşarken ve önümüze gelen hediyelerini kabul etmeli, tutmalı, sarmalı sevgiyle… Acılar, hüzünleri, zorlukları aşmalı yine sevgi dolu bir cesaretle. Öyle şişede durduğu gibi durmuyor rakı… Yaşam da başımıza geldiği gibi kalmıyor. Gelene/olana/gidene bizim verdiğimiz tepki belirliyor yaşamımızın kalitesini, güzelliğini, bolluğunu ya da yokluğunu…
Aynı kareye bakan iki çift göz aynı sahneye ulaşamıyor nitekim. Kare dışarıda görünse de insanın gözüne, içeride yaşanıyor yaşam.
O yüzden, bir devlet yetkilisi “ne gerek var yabancı dil bilmeye” diye beyanat verebiliyorken mesela, 50 yıl kadar önce tedavi için gittiği İngiltere’den oğluna yazdığı ve geçtiğimiz hafta mucizevi bir şekilde elime ulaşan mektupta bir kadın yan odadaki Arap hastanın lisan bilmediği için çektiği sıkıntılarını ve yalnızlığını kendi durumuyla karşılaştırıyor. “Yabancı lisan bilmek önemli” diyerek uyarıyor oğlunu, hasta yakınları, doktorlar ve hemşirelerle kurduğu dostlukları anlatıyor. “İyi talebe ol, üzme bizi” diye yazıyor.
Ve o oğlanın evinden yıllar sonra bir şekilde çöp olarak çıkan bu mektuplar, kartpostallar, fotoğraflar bir hurdacı tarafından bir eskiciye satılmaya çalışılırken tarihe değer veren bir fotoğrafçının önüne geliyor. “Sahiplerini bulmalıyım” diyerek çevresinde soruşturuyor, bana ulaşıyor. Birinin çöpü diğerinin hazinesi oluyor. O hazine ki üç nesil öncesi ailem hakkında anılarını paylaşan insanlara giden varlığını bile bilmediğim bir yolun kapılarını açıyor bana. Geçmiş bugüne evriliyor. Geçmiş bugünde canlanıyor. Anneannemin, ben daha küçücük bir bebekken bu dünyaya gözlerini yuman babası gelip salonumun orta yerine yerleşiyor. Haliyle de hoş geliyor. Ama bu arada geçmiş bir kere daha bugün, bugün bir kere daha gelecek ve aynı anda geçmiş oluyor. Zaman zamansızlığını bir kere daha kanıtlıyor bizlere. Le Haim!