İş, hayatı kelimelere dökmeye geldiğinde olağan bir olayı aktarmak yazı yazmaktır. Gündelik paylaşımları ve yaşanmışlıkları aktarmak, yazı yazmaktır. Çizgisel bir zaman diliminde, belirli bir mantık örgüsü içerisinde, görsel olarak hafızada canlandırılabilecek herhangi bir durumu aktarmak da yazı yazmaktır. Ancak yazar olmak, bunlar kadar kolay değildir.
İş, hayatı kelimelere dökmeye geldiğinde olağan bir olayı aktarmak yazı yazmaktır. Gündelik paylaşımları ve yaşanmışlıkları aktarmak, yazı yazmaktır. Çizgisel bir zaman diliminde, belirli bir mantık örgüsü içerisinde, görsel olarak hafızada canlandırılabilecek herhangi bir durumu aktarmak da yazı yazmaktır. Ancak yazar olmak, bunlar kadar kolay değildir.
Günümüzde birçok kişi belirli bir sayfaya ulaştığında ve basılı bir envanter ortaya çıkardığında onun adı hemen kitap olur, çok geciktirmeden imza günleri düzenlenir ve piyasaya yeni sunulmuş kitabın çok satması beklenir ki, bu yazılı envanter dışarıdan bakıldığında gerçekten doyurucu olarak algılansın. Kitabı alıp gidenler de genellikle kişinin çevresi olur. Kimi zaman da bu böyle işlemez ve yayınevlerinin ucuz politikaları daha kitap çıkmadan bilmem kaçıncı baskısı oldu diye çığırtkanlık yaparlar. Velhasıl kitap piyasası da başarılı bir halkla ilişkiler projesi olarak algı yönetimleriyle son bulur. Kitabın içeriğine pek değer verilmez ya da genellikle ayıp olmasın diye gerçek düşünceler saklanır…
Amerika’da zor koşullar altında kitap basabilen veya başka yollarla kitap çoğaltanların peşinde koşan kitap avcıları vardır. Bu görevi yapanlar devasa film endüstrisinin döndüğü Hollywood’dan ciddi ciddi maaş alır ve tek işleri yeni çıkan, kıyıda köşede kalmış ya da muhalif gibi görünen kitapları bulup okumaktır. Sonrasını tahmin edebilirsiniz; eğer film mantığına uygunsa, özgünse, evrensel bir dili varsa yazar bulunur, onunla konuşulur ve telif haklarını satması istenir. Bazen yazar uyanık çıkar ve senaryolaştırma işini de kendisi üstlenmek ister. Var olan kitabın dokusu çoğu kez bozulur ve popüler film mantığına uygun hale getirilir. Bu yüzdendir ki, genellikle bir film ortaya çıkmadan önce kitabı okuyanlar filmden memnun kalmaz, ilk olarak filmi izlemiş olanlar da dönüp kitabı okuyamaz.
Amacım aslında film endüstrisini değil, yazarlığın, yazar olmanın ne olduğunu ve ne gibi sorumluluklar getirdiğini aktarmaktı. Toplumda birbirinden tamamen farklı kesimlerin duygu tellerine değmek, var olan ideolojinin her geçen gün azıtmasıyla birlikte bireyi rekabet etmeye, yalnızlaşmaya, birilerinin üstüne basmaya ve vicdansızlığa eviren bir ortamda insan olmayı savunabilmek, değerleri yeniden sorgulatabilmek ve dünyanın bambaşka köşesindeki birini anlatılan toplumun, insanların, olayların içine çekebilmek sanıldığı kadar kolay değil. Hele ki günümüzde “karşınızdakini nasıl ikna edebilirsiniz” diye yapmacık yapmacık sırıtan konuşma/ikna atölyelerine, yaşam koçluğu denen ve aslında bireyin kendini idame ettirmede ne kadar zavallı olduğunu bas bas bağıran popüler mesleklere (!!!) ne kadar para döktüğünü düşündüğünüzde elinizde tuttuğunuz satırların değerini de kavrayabiliyorsunuz.
Tam da bu nedenle yazar olmak sanıldığından ağır bir yükü de beraberinde getiriyor. Bir yazarın anlattığı konunun neresinde durduğu, neyi savunmaya çalıştığı, var olan bin bir renk arasından hangilerini yücelttiği onun duruşuna da yansıyor. Fikirleri için katledilen onca insanın var olduğu günümüzde, kaleme aldığı satırları için kim vurduya gitmesi muhtemel; hele ki ait olduğu topraklarda yıllardan beri huzursuzluk hüküm sürüyorsa…
Amos Oz (Amos Klausner), yazar sıfatını hak eden nadir yazarlardan biri bu nedenle. Çocukların ellerinde özgürce salınan uçurtmalar yerine füzelerin cirit attığı, her an bir köşeden bıçaklamak, kurşunlamak veya bombalamak amacıyla çıkabilecek olan Arap teröristlerin olduğu bir ortamda “Barış, şimdi!” demek herkesin harcı değil. Kısaca belirtmem gerekirse bu durum, iki köyden de kovulmayı göze almakla eşdeğer. ‘Onların suçu, bunların suçu’ demeden her fırsatta barış sürecini savunan, Siyonizm’in temellerini sol kanadın attığını vurgulayan, milliyetçiliğin fanatizm boyutundan uzak duran çok değerli birini 28 Aralık’ta ne yazık ki kaybettik. 1939 yılında Kudüs’te doğan Oz, genç yaşında evden ayrılıp bir kibutzda yaşamayı tercih etmiş ve üniversitede felsefe ve edebiyat okumuştur. İlk öykülerini yirmili yaşlarındayken yayımlayan yazar, aynı zamanda kibutzda öğretmenlik yapmıştır.
1967 yılında Altı Gün Savaşları’nda Sina’da ve 1973’te Yom Kipur Savaşı’nda Golan Tepelerinde subay olarak görev alır. Eserleri kırkı aşkın dile çevrilen Oz, 1977’den itibaren ‘Barış Şimdi / Peace Now’ hareketinde yer almıştır.
2008’de Şalom Gazetesi’nde Aylin Varon ismiyle yayınlanan Amos Oz röportajında, Yahudiliğin ne/nasıl olduğu veya olması gerektiği anlatılmakla birlikte evrensel adalet arayışı oldukça güzel vurgulanır. Kim bilir, belki de onun da dediği gibi dünyanın neresinde olursa olsun var olan tüm kötülüklere karşı bir yazarın araması ve vurgulaması gereken ana çatı, evrensel adaletin beraberinde getirdiği sevgi ve merhamettir… Kendisinin de bir kitabında dediği gibi “Hayatında tam bir şey başardığın sırada hayat bitiyor.” Veya aslında geride bıraktıklarıyla yepyeni nice hayatlar doğuyor… Huzur içinde yatsın.