İktidar olmak mı iktidar da kalmak mı…?

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
9 Ocak 2019 Çarşamba

Geçtiğimiz hafta Fener Rum Patriği Bartholomeos, Ukrayna Ortodoks Kilisesine bağımsızlık kazandıran kararnameyi Devlet Başkanı Pyotr Poroşenko’nun katıldığı törenle verdi. Ve böylece aslında 2018 yılının son aylarında başlayan kartopu neredeyse çığa dönüşerek; yeni bir sorun yumağı olarak karşımızda. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yaşayan iki büyük dinin; Hristiyanlık ve İslam’ın uygulamaları bugün de içinde yaşadığımız pek çok gündemin başlıca belirleyicisi oluyor. Hristiyanlığın büyük mezheplerinden biri olan Ortodoks Patrikhanesine ve İslam’ın Şeyhülislamlık kurumuna kısa bir yolculuk yapacağız.

Osmanlı’nın çığır açıcı sultanı, İstanbul’un fatihi Sultan Mehmet Han, Doğu Roma’nın, Ortodoks Hristiyanlığın hamisi, örfi hukukun yani meşhur Kanunnamelerin de yaratıcısıdır. Konstantinos İstanbul’u kurarken burayı Yeni Roma olarak düşünmüş ve söz etmiştir. 1453’ten sonra Sultan Mehmet Han da Roma’nın kayzeri unvanını kullanmış, özellikle eklesiyastik bir sistem kurmak yolunu tercih etmiş ve örnekleme olarak başta İstanbul’u ve imparatorluğunun nüfusunu olabildiğince karmaşık bir yapıda tutmanın gerçek zenginliğin anahtarı olduğuna inanmıştır. Gennadios’u bütün Rumlar ve Rum Ortodoks Kilisesi ile ilgili herkesin patriği ilan etmişti. Ayrıca mesela Bursa’dan Piskopos Hovagim’i getirterek de ilk Ermeni Patriği olarak atamıştı. Müslümanlar içinse aynı göreve karşılık gelen Şeyhülislamlığı oluşturmuştu. Osmanlılarda resmi olarak, ‘Şeyhülislamlık’ unvanını ilk defa Fatih Sultan Mehmed’in Kanunnamesinde görmekteyiz: Şeyhülislam ulemanın reisidir. Kendi de imparatorluktaki tüm Müslümanların şeyhi, dini lideridir. Unutulmamalıdır ki Fatih Mehmet ve kendinden önceki sultanlar Halife unvanı taşımıyorlardı. Bu sihirli unvanın elde edilmesi için fetihten sonra 60 yıl daha beklenmesi gerekiyordu. . Padişahın kendi kararlarının şeri hukuk kurallarının yanına konulmasıyla Osmanlı sultanı “zıllullah ı fil arz” yani Allah’ın yeryüzündeki gölgesi haline gelir. Bunun pratikteki anlamı şudur: Katolik dünyasındaki Papalık gibi bir temsiliyet makamı yani bir ruhani otorite kaldırılmıştır. Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olan Sultan hem devlet, hem siyaset ve hem de İslam’ın en yüksek temsilcisidir. Sultan şeyhülislamı atama ve görevden alma yetkisine sahiptir. İmparatorluğun gayrimüslim halkları ise vergilerini ödemek, devletin hakimiyet hakkını tanımak kaydıyla kendi ekonomik, dini, sosyal ve kültürel özerkliklerini koruma haklarını elde etmiş olarak yaşamışlardır. Papaların tersine, Patrikler bir yandan yazılı metinlerde öngörülen kısıtlamalara, diğer yandan da egemen devletin öngördüğü yasalara bağımlıdırlar. Patriklerin görevi, Ortodoks Kilisesi’nin başı olan imparatorun, kendisinin ve ülkesinin çıkarlarına uygun olan isteklerini, yazılı kutsal metinlere uyumlu kılmaktan geçer. Bu yanıyla Doğu Kiliselerinin Patrikleri ve Şeyhülislam adeta ‘aynı sudan içmişler’dir.

16. yüzyılda Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı zaptı ise Osmanlılara önemli ve sihirli misyon yükler, bu da hilafetin Osmanlılara geçişi ve Osmanlı’nın tüm İslam dünyasının hamisi ve metbuu yani (kendisine uyruk olunanı) haline gelmesidir. Bu son safhadır; artık Osmanlı halife sultanı, hilafet makamının mercii olarak, Hristiyan batı karşısında bütün Müslümanların temsilcisi ve savunucusudur. Osmanlı’nın, Cihad ve gaza ideolojisini 19. yüzyılın başlarına kadar korumaya çalıştığını tam olarak söyleyemesek de, Abdülhamid ile birlikte Müslümanlığına daha başka bir takım açılardan bakmaya başlayacak, tebaası olan Müslüman halkları bile kaybetmeye başladığını gördüğünde ise Hilafet unvanını Batılılara karşı siyasi bir araç olarak kullanmaya başlayacaktır. Ancak Hilafet politikasının gayrimüslim topluluklar üzerindeki olumsuz etkisini fark eden entelektüeller ve yöneticiler Türkçülüğe dönerek İslam’ı temel hareket noktası olmaktan çıkarmışlardır. Batı pozitivizminin temelini oluşturduğu laiklik, cumhuriyetçi, milliyetçi bir Kemalist ideoloji; İslam’ı devlet, siyaset ve hukuk sisteminden hızla uzaklaştırmış; İslam sıkı bir devlet kontrolüyle artık toplumsal ahlak, inanç ve ibadet alanıyla sınırlandırılmıştır. 

Ancak bu arada aynı coğrafyada, 1453 yılında Doğu Roma İmparatorluğu’na Türkler tarafından son verilmesinin ardından, Rusların da kutsal bir sloganı halini almış olan, “Moskova, Bizans’ın Hedefidir. Moskova, Üçüncü Roma’dır” iddiası da vardır. 20.Yüzyılın başlarında Fener Rum Patrikhanesi, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü değerlendirerek Moskova’daki Rus Ortodoks Kilisesi’nin de desteği ile Ortodoks âleminin yeniden tarihteki güçlü yerini alacağına inanmıştır. Ancak hürriyetlerine kavuşan Balkan milletleri kendi milli kiliselerini kurmak yoluna girerler.  Bolşevikler ile birlikteyse Ortodoksluğun yerini Ateizm alır. SSCB döneminde birçok kilise ve manastır yıkılmış ya da müzeye dönüştürülmüştür. Berktay’a göre, bugün dünyadaki 320 milyon Ortodoks nüfusun yaklaşık olarak 200 milyonuna sahip olarak en kalabalık Ortodoks Kilisesi konumunda olan Rusya Kilisesi, tüm Ortodoksluğun temsilcisi ve koruyucusu olduğunu her fırsatta dünya kamuoyuna hatırlatmaktadır. Rus Ortodoks Kilisesi, Fener Patrikhanesi, Atina Kilisesi ve Vatikan arasındaki ilginç ve alengirli iktidar çekişmeleri değil bu yazının koca koca kitapların konuları arasında olmakla beraber Estonya ve Ukrayna Kiliseleri’nin bağımsızlıkları için Patrikhaneyi istepne olarak kullanma istekleri, Patrikhane tarafından dünyaya “tarihi önemini” kanıtlayacağı bir güç gösterisi olarak sunulmaktadır. Oysa tarih bize Moskova’dan kurtulan bu kiliselerin sonunda Patrikhane’den de ayrılmak isteyeceğini göstermektedir.