İş dünyasına yılbaşı geldi… Bilanço ve bütçe zamanı… İşletmeler, net varlıklarını tespit edip, gelecek dönemlerini planlıyorlar… İş dünyası, işleri akılla ele almamanın pahalıya mal olduğunu öğreneli çok oldu…
Yılbaşı, yalnız iş dünyasına değil, kişisel yaşamımıza da geldi… Ama her nedense, kişisel geleceğimizi planlama işini, daha ağırdan alıyoruz.
Bazen, bugün alacağımız bir kararla, ileride yaşayacaklarımızı etkileyebileceğimizden emin olamıyoruz… Bazen de, kafamıza sokulmuş -ve birbirleriyle çelişen- bin bir öğreti içinden hangisinin ‘doğru yolu’ gösterdiğini kestiremiyoruz.
Karşı karşıya olduğumuz kültürel bir sorun var:
λ Ömer Hayyam’ı okuyorsun…
“Kıyamet Gününün son şafağında okunacak olanlar
Yaradılışın ilk sabahında yazıldı”
Düşünüyorsun… “Eğer son günümün kaderi, ilk günden kararlaştırılmışsa, yaşamımı “daha iyi” kılmaya çabalamak, boşuna değil mi?”
λ Spinoza ve Einstein gibi belirlenimci (determinist) düşünürlere bakıyorsun…
“Evrende hiçbir şey tesadüfen ortaya çıkmaz. Her şey, belirli bir biçimde var olmaya ve işlemeye belirlenmiştir.” (Spinoza)
“Felsefi anlamda, insan özgürlüğüne hiç inanmıyorum. İnsanlar, yalnız dış zorlamayla değil, aynı zamanda, iç zorunlulukla hareket ederler.” (Einstein)
“İnsan istediğini yapabilir… Ama istediğini isteyemez.” (Schopenhauer)
Sana, küçücük böceklerden, kocaman yıldızlara kadar her şeyin, hatta zihninden geçen her bir düşüncenin, seni aşan, çoğunu kontrol edemediğin neden ve koşullarla belirlenmiş olduğunu anlatıyor, üstelik bunu, aklının karşı gelemeyeceği biçimde kanıtlıyorlar…
Erdemle kabahatin, sevapla günahın, sevecenlikle acımasızlığın, aynı zorunlulukla oluştuğu bir dünyada bulunmak hoşuna gitmiyor… Suçlunun suç işlemeyi özgürce seçmediğini, dolayısıyla sorumlu tutulamayacağını düşünmek, canını sıkıyor.
λ Dönüp, ana temaları özgürlük ve sorumluluk olduğunu duyduğun varoluşçu (egzistansiyalist) düşünürlere başvuruyorsun… Sartre ve Camus gibi… Bunlar da, içinde yaşadığın dünyanın ‘absürt’ olduğunu, kendi ‘değerlerini’ yaratmak, kendi yaşamına ‘anlam’ katmaktan senin yükümlü olduğunu anlatıyorlar sana… Kafan büsbütün karışıyor… Hangi ‘değerin’ geçerli, hangi ‘anlamın’ makbul olduğunu kestirmeye çalışıyorsun…
↔↔↔
Felsefi bir öğretinin doğruluğunu -veya doğru anlamış olup olmadığımı- test etmek için, bir yöntem geliştirdim:
Eğer öğretiyi, kafası bin bir doktrinle dolmamış zeki bir çocuğa veya anneme veya sahildeki filozof balıkçıya anlatamıyorsam, şu ihtimaller üzerinde duruyorum:
1. Öğretiyi anlamamışımdır
2. Öğretinin içi boştur
Her ikisi.
Zihnimin bu düşüncelerle dolu olduğu bir akşam, baktım, egzistansiyalist (varoluşçu) bir felsefeciyle, filozof bir balıkçı kafamın içinde oturmuş, bir yandan ağ topluyor, bir yandan da ‘yaşamı’ konuşuyorlar…
Kulak kabartıyorum:
Felsefeci: “Varoluşçu (egzistansiyalist) öğretiye göre…”
Balıkçı: “Lafını kesiyorum ama… sence, hayatı konuşmak için ‘öğretiye’ mi ihtiyacımız var? Kendi gözümüzle doğayı izlesek, yeterli olmaz mı?”
Felsefeci: “Büyük düşünürlerin görüşüne başvurmanın ne zararı var? Örneğin Sartre…”
Balıkçı: “Zarar şurada: sözünü ettiğin kişi, yaşamı anlamamış ya da iyi anlatamamış olabilir… Onun doğru aktaramadığı şeyi, üstelik sen de yanlış anlamış olabilirsin… “Öğreti” saydığın şey, birbirine eklenerek artan yanlışlarla dolu lafazanlıktan, önyargıdan ibaret olabilir.”
Felsefeci: “Felsefe, başka türlü konuşulamaz ama…”
Balıkçı: “Yaşam konuşulabildiğine göre, ‘felsefe’ niçin konuşulamasın?.. Eğer yaşadıkların, öğrendiklerinle çelişiyorsa, hangisi yanlıştır?.. Öğreti mi?.. Yaşadıkların mı?..
Felsefeci: “Varoluşçu felsefenin bize öğrettiği şu: Varoluş, özden önce gelir… Yani, önce dünyaya gelir, “var” oluruz… Sonra da, seçtiğimiz yaşam şekliyle, kim olacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, kendimiz belirleriz.
Balıkçı: “Bir an kitaplarından başını kaldırıp doğaya bakarsan, söylediklerinin doğru olmadığını görürsün, sevgili dostum… Bak! Ağdaki şu balıkları görüyor musun? Bunların hepsi, doğar-doğmaz, balık gibi davranıyorlar… Bunlara yüzmeyi öğreten, “hocaları” değil… Yüzmeyi bilerek geliyorlar dünyaya… Sahildeki deniz kaplumbağalarını izle… Doğar-doğmaz, karaya değil, denize yöneldiklerini göreceksin… ‘GPS’ ya da ‘Google Maps’ ile mi doğuyor bunlar? Hayır… Tüm canlılar gibi, doğalarının gerektirdiği bilgilerle dünyaya geliyorlar… Senin ‘öz’ dediğin, ‘doğuştan gelen bilgi’ ise eğer, öz, varoluştan önce gelir demek daha doğru olmaz mı?
↔↔↔
Yaşam, ne egzistansiyalistlerin dediği kadar absürt ve özgür, ne de kadercilerin dediği gibi kaçınılmaz.
Son derece anlaşılabilir ve -koşulların elverdiğince- planlanabilir.
Bizim sorunumuz, Einstein’ın dediği gibi, tekrar-tekrar aynı şeyleri yapıp, “bu kez” değişik sonuçlar beklemek.
Hangi öğretinin doğru yolu gösterdiği meselesine gelince, buna karar vermek için, aklımızın dışında başvurabileceğimiz bir kılavuz yok.