“Acılar olmadan yazar olunmaz.” Amos Oz
Modern dünya edebiyatının en önemli romancıları arasında sayılan Amos Oz’un (1939-2018) ölümü, bizi Avrupa ve Ortadoğu’nun yakın tarihini tekrar değerlendirmeye sevk eder. Zira bu büyük romancının ailesi Doğu Avrupa’dan o zamanki Filistin mandasına göç etmeden önce, Sovyetler Birliğinin kuruluşu, antisemitizm ve Holokost gibi 20. yüzyılın büyük olaylarını bizzat yaşamıştı.
Oz ise İsrail’de barış cephesinin görünür figürleri arasında yer almıştır. İsrail-Filistin meselesini iki devletli çözüm yoluyla sonlandırmayı isteyenler ve Şimdi Barış (Şalom Ahşav) Derneğinin kurucuları arasındaydı. Sağ Siyonist ideolojiyi benimsemiş ailesinin aksine, sol cephenin aktif üyesi olmuş buna karşılık hain olarak adlandırılmaktan korkmamıştı.
1939 yılında Kudüs’te Amos Klausner adıyla doğan yazar, daha sonra soyadını İbranicede güç anlamına sahip Oz ile değiştirecek, İsrail’de ortaya çıkan modern İbrani edebiyatının, her üçü de Kudüs doğumlu Abraham B. Yehoshua ve David Grossman ile birlikte, en önemli yazarları arasına girecekti.
Bu yazarlardan David Grossman, Oz’un ölümünü dünyanın kaybı ve kitaplarını “İsrail’deki hayatlarımızın büyük hikayesi” olarak tarif emiş, A.B.Yehoshua ise, Oz’dan 1967 Altı Gün Savaşı sonrası ‘medeni cesareti’ öğrendiğini ifade etmişti. İsrail’in önemli sol gazetelerinden Haaretz’de, köşe yazarı Benny Ziffer is “Beyaz kabilenin lideri öldü” diye yazarken barış yanlısı laik kesimin etkisinin gittikçe azaldığını ifade etmişti.
Amos Oz, annesinin 12 yaşında intiharından üç sene sonra 15 yaşında bir delikanlı olarak genç yaşta tek başına Kibutz Hulda’ya yerleşiyor, traktör sürücülüğü ve kantinde satıcı olarak çalışarak aslında yeni Yahudi tipine örnek bir kişilik olarak hayata atılıyordu. Çalıştığı kibutz tarafından Kudüs İbrani Üniversitesine edebiyat okumak üzere gönderiliyor, 1967 ve 1973 savaşlarında asker olarak görev yapıyordu. Daha sonraki yıllarda, Oz pasifist olmadığını ama kutsal mekânlar için savaşmayacağını da defalarca ortaya koyuyordu.
Bütün bu açılardan İsrail’de ortaya çıkan toprakta tarım yapan, savaşçı aydın tipine örnek bir portre ortaya çıkıyordu. Ama bunlara rağmen 1967 Savaşı sonunda Filistin topraklarının işgaline karşı çıkıyor, bu konuda siyasi gösterilere katılıyordu.
Aslında bu tartışmalardan ortaya çıkan Oz’un hem edebiyatçı hem aktivist kimliklerini bir arada taşıdığıydı. Kendisinin de ifade ettiği gibi kitaplarını kalemle yazan Oz, siyasi yazılarını farklı bir renkle, romanlarını ise farklı bir renk kalemle yazmayı tercih ediyordu. Bu bağlamda sanatsal ve siyasal faaliyetlerini ayırmayı hedefliyordu.
Batı Şeria’daki İsrail askeri varlığının sona ermesini ve bir Filistin devletinin kurulmasının barış için elzem olduğunu vurgulayan yazar, aslında belki de eski İsrail’i temsil ediyor, artan ölçüde marjinalleşen sol barış kampının bir üyesi olarak daha sağa kayan İsrail’de zaman zaman hain olarak suçlanabiliyordu. İsrail-Filistin meselesinde her iki tarafın da haklı olduğunu, iki doğru çatıştığı zaman daha üstün bir çözüm bulmanın gerekliliği üzerinde duruyor ve Çek ve Slovaklar gibi ‘boşanılması’ gerektiğini vurguluyordu.
Uzun yıllar Berşeva şehrindeki Ben Gurion Üniversitesinde dersler veren Oz, 2002 yılında yazdığı Aşk ve Karanlığın Hikayesi (Sipur al Ahava ve Khoshekh- A Tale of Love and Darkness) kitabıyla dünyada daha da tanınır oluyor; sonra kitap Natalie Portman tarafından film olarak çekiliyordu. Bu kitap hem bir otobiyografi hem İsrail’in siyasi ve toplumsal biyografisi olarak görülebilir. Nitekim İsrail Devlet Başkanı Reuven Rivlin bu kitapta kendi hayatını okuyormuş gibi hissettiğini söylüyordu.
Yazarın ölümü üzerine İsrail Devlet Başkanı Reuven Rivlin, Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Arap listesi milletvekili Eyman Odeh gibi çok farklı ideolojik yaklaşımlara sahip kesimlerden Oz’a sempati hisleri ifade ediliyordu. Örneğin, Netanyahu “Fikir ayrılıklarımız olmasına rağmen, İbraniceye ve İbrani edebiyatının yeniden doğuşuna katkılarını takdir ediyorum” diyordu.
Yukarıda bahsedilen Grossman ve Yehoshua gibi yazarlarla şahsen arkadaş olan Oz aynı zamanda sokakta tanıştığı insanları dinleyen, onlara sorular sorup çocuklarına kadar bilen sosyal bir kişiydi.
Romanları dışında İsrail’de radikalleşmeyi anlatan, özellikle yerleşimcilerin pozisyonlarını anlamaya yönelik İsrail Vatanında (In the Land of Israel) ve Bir Fanatiği Tedavi Etmek (How to Cure A Fanatic) kitapları sayılabilir. İkinci kitapta kendisinin de çocukluğunda İngilizlere düşman bir fanatik olduğunu kabul ediyordu. Aynı kitapta, Filistinliler ve İsraillerin aynı vatanı istediklerini ancak birbirlerinin bu topraklara olan bağlılıklarını anlamadıklarını fakat bir uzlaşmaya varmaktan başka bir çözüm olamayacağını vurgulayan Oz, 1967’den itibaren FKÖ ile müzakere edilmesi gerektiğini savunduğuna da dikkat çekiyordu. Arapların Yahudileri beyaz sömürgeciler olarak gördükleri ancak gerçekte kendilerinin mülteciler ve kurtulanlar oldukları, İsrail’in büyük bir mülteci kampı olarak görülebileceğini çünkü Avrupa’dan ve Arap ülkelerinden kaçan Yahudilerin bir devlet kurdukları olgusunun üzerinde duruyordu. Öbür taraftan İsraillilerin Arapları ‘Nazi’ olarak algıladıklarını aslında onların da baskı altında yaşadıklarını İsraillilerin bir kısmının anlayamadığını yazıyordu. Bu bağlamda İsrail’in 1948 yılında mülteci durumuna düşen Filistinlilerin sorumluluğunun bir kısmını kabul etmesi gerektiğini vurguluyordu.
Amos Oz her ne kadar Légion d’honneur (1997), Bialik (1986), ve Goethe (2005) ödüllerini aldıysa da, kanımca yazdığı çok çeşitli kitaplar dikkate alındığında Nobel Edebiyat Ödülünü kazanmamış olması bir haksızlık.
Son siyasi eylemlerinden biri 200’e yakın sanatçı ve entelektüel ile birlikte ulus-devlet yasasına karşı mektubu imzalamasıydı. Ölümünden sonra Amoz Oz, gençken yaşadığı ve ideallerini paylaştığı Kibutz Hulda’ya gömüldü. Aslında edebiyatçı olarak etkili ama siyasi görüşleri ile marjinalleşen bir kampın parçası olarak Oz’un mirası daha çok edebiyat alanında etkili olacak gibi gözüküyor. Ama kim bilir? Fikirler zaman zaman geri dönüş yapabilirler.