İran İslam Devrimi ve 12 Eylül Darbesi

İran ve Türkiye. İki ülkenin tarihi de, kaderi de büyük benzerlikler gösterir, özellikle 1924’te her iki ülkede de başlayan yenilikçi, modernleştirici liderler, her iki ülkenin de yüzünü Batı dünyasına dönmesini sağlar. Türkiye’nin kurucu babası Atatürk’e göre, ‘muasır medeniyetler seviyesine çıkmak ve hatta onları aşmak’ genç Türkiye’nin hedefidir. İran’da da 1925’te Şah Rıza Pehlevi tarafından yüzü batıya dönük bir ‘merkezi ve ulusal devlet’ kurulur. Arada her iki ülkede de yaşanan gerilimli ve heyecanlı dönemler bir yana İran 1980’lere gelindiğinde tıpkı kapı komşusu Türkiye ile paralel siyasi çalkantılarla sarsılmaya devam etmektedir.

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
6 Şubat 2019 Çarşamba

İran ve Türkiye. İki ülkenin tarihi de, kaderi de büyük benzerlikler gösterir, özellikle 1924’te her iki ülkede de başlayan yenilikçi, modernleştirici liderler, her iki ülkenin de yüzünü Batı dünyasına dönmesini sağlar. Türkiye’nin kurucu babası Atatürk’e göre, ‘muasır medeniyetler seviyesine çıkmak ve hatta onları aşmak’ genç Türkiye’nin hedefidir. İran’da da 1925’te Şah Rıza Pehlevi tarafından yüzü batıya dönük bir ‘merkezi ve ulusal devlet’ kurulur. Arada her iki ülkede de yaşanan gerilimli ve heyecanlı dönemler bir yana İran 1980’lere gelindiğinde tıpkı kapı komşusu Türkiye ile paralel siyasi çalkantılarla sarsılmaya devam etmektedir.

1963’te İngilizler ve Ruslar tarafından tahta çıkması için zorlanan ve operasyonlar sonucunda tahta geçen oğul Muhammed Rıza Pehlevi’nin neo-liberal politikalar uygulamak adına aynı yıl uygulamaya koyduğu ‘Ak Devrim’, toprak reformu, kadın hakları gibi köktenci dönüşümler ve ekonomik kararlar içeriyordu. Ancak tabiidir ki bu durum hem toprak sahiplerinin, hem esnafın, hem de mollaların hoşuna gitmedi. Toprak sahipleri şehirlerden koparak köylerine toprakları işlemeye gelen köylülerden rahatsız oldu. Bu ciddi anlamda güçlerini kaybetmeleri demekti. Mollalar ise kentleşen, kapitalistleşen düzen içinde farklılaşan insanlar üzerindeki ruhani etkilerinin biteceğini sezdi. Durum, çıkar gruplarının güçlerini yitirmeleri, yeni grupların güç kazanması, gücün el değiştirmesiydi; tehlikeliydi. 1963 yılında Şah’a karşı fetvalar vermeye başlayan mollalardan biri olan ve sonradan Ayetullah makamına yükseltilecek olan İmam Humeyni içinse kader çok esaslı bir yol vadediyordu. Şehirlere göç etmiş olan eğitimsiz kalabalıklar mollaların; işçi sınıfı ise Şah karşıtı, Sovyetler Birliği yanlısı Tudeh Partisinin yanında yer aldı. On yıl boyunca ülkenin çeşitli yerlerinde ciddi sokak ayaklanmaları, gösteriler yaşandı. Tıpkı Türkiye’deki gibi…1979’a doğru gelindiğinde başta Tahran aİmam Humeyni, önce Türkiye’de Bursa, sonrasında ise Fransa Paris’te geçen sürgün hayatından sonra 1 Şubat 1979’da Air France uçağıyla İran’a döndü. Humeyni tarafından gerçekleştiren devrim sonrası İran’da mollalar yönetimi ele geçirdi. İran İslam Devrimi, laik olan Türkiye’de olumsuz bir hava yarattı ve iki ülke arasında güven vermeyen bir atmosfer oluştu. Ayrıca İran’ın devrimini ihraç çalışmaları, İran’da Atatürk karşıtı yayınların çıkması Türkiye’yi rahatsız ederken; İran ise Türkiye’nin kendi devlet adamlarına ve mevcut rejimine karşı olumsuz propagandalarda bulunduğunu iddia etti. “İran Türkiye’yi kendi devrimini ihraç edeceği, Türkiye de İran’ı kendi anayasal düzenini yıkmayı hedef alan bir ülke olarak görüyordu. O yıllarda ve günümüzde bile geçerliliğini yitirmemiş olan Şii İran’ın Sünni Türkiye’ye kendi İslam Devrimi’ni ihraç edebilmesinin anahtarı ‘ümmet kavramında’ ve İslam’ın ‘Tevhid’ yani ‘Allah’ın birliğine, tüm Müslümanların İslam birliğinin birer parçası olduğuna inanmaktı. Mezhepsel kimliklerine ve etnik kökenlerine bakılmaksızın tüm Müslümanlar bu birliğin parçası olarak görülebilir. Ümmet ise etnik, milli ve mezhepsel özelliklerine bakılmaksızın tüm Müslümanların eşit olduğu, peygamberin tebliğ ettiği dine inanan herkesin oluşturduğu İslam toplumu anlamına gelmektedir. Ayşe Böhürler’in ifadesine göre, “Bu günlerde sıklıkla birileri hakkında bu ithamı duyuyorum: ‘İrancı!’ Bu kavramı 12 Eylül sonrasında ve 90’larda, 28 Şubat’ı kurgulayan ortamın içinde çok sık duyardık. 1979’da yapılan İran Devrimi dünyaya Batı’nın yönetmediği bir formülün mümkün olabildiğini göstermişti. Birçoğumuzun İran’a olan ilgisi bu yerleşik ve dünyayı sömüren uluslararası sisteme karşı bir çıkışın mümkün olabildiğini göstermesi açısından önemliydi. İran Devrimi, bizim için Batı’ya bir başkaldırı ve yerel olanın kazanmasıydı, imaj ve içerik olarak İran’ın dini hüviyeti ikinci planda kalıyordu...”1

24 Şubat’ta Devrim Mahkemeleri Başkanı olarak Humeyni tarafından atanan Halhali, 1979’da en az 2000 kişinin idamını infaz ettirdi; kimilerine göreyse bu sayı 8000’di. Aynı günlerde Türkiye’de ise, 2 Eylül 1980 tarihinde Milliyet gazetesinde yer alan bir haberde, son aylarda günde ortalama on kişinin “terör olayları nedeniyle” hayatını kaybettiği bildiriliyordu. Haberde, Milliyet İstihbarat Servisinin yaptığı araştırmaya göre, darbe öncesi ocak ile Eylül 1980 arasındaki dokuz aylık dönemde 1606 kişinin yaşamını yitirdiği, ağustos ayının 347 can kaybıyla en kanlı ay olduğu ve gazetede yayımlanan tabloda, mayıs ve haziran aylarında can kaybı sayısının 200’e yaklaştığı ve temmuz ayında da 300’ün üzerine çıktığı bilgisine yer verildi. Ancak 12 Eylül 1980 Darbesi bu ölümleri ve kahredici acıları maalesef sonlandırmadı.12 Eylül 1980 Darbesi ile sonrasında Kenan Evren ve kuvvet komutanlarından oluşan Milli Güvenlik Konseyi 1983 genel seçimlerine kadar Türkiye’ye ilişkin tüm kritik kararları aldı. 1980 ihtilali ile Süleyman Demirel’in başbakan olduğu hükümet görevden alındı. Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi. Anayasa uygulamadan kaldırıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından toplam 650 bin kişi gözaltına alındı, 52 bini de tutuklandı. Fişlenen kişi sayısı da 1 milyon 680 bin, vatandaşlıktan çıkartılanların sayısı da 14 bin oldu. Sıkıyönetim mahkemelerinde 210 bin dava açıldı ve toplamda 230 bin kişi farklı suçlardan yargılandı. Bunların 7 bini hakkında idam cezası istendi. Bu dönemde, 14 kişi cezaevlerindeki açlık grevleri nedeniyle, 171 kişi sorguda ve uğradığı işkence sonucu ve 49 kişi de idam edilerek yaşamını yitirdi. Ve tabii Türkiye’de de neo-liberal politikaların uygulanabilirliği için gereken ekonomik düzene geçebilmenin anahtarı 12 Eylül’dür ki 24 Ocak 1980 kararlarını iyi okuyanlar bir darbenin kaçınılmaz olduğunu görebilirlerdi. Velhasılıkelam işler çok karışıktı, kanla yıkanan ülkeler vardı…

1 Ayşe Böhürler, “İrancı Olmak”, Yeni Şafak, 12 Ocak 2013.