Geçtiğimiz hafta FED faizi arttırmadı diye piyasalarda bayram havası esti. Zaten yapılacağı söylenip yapılmaması beklenen 0.25 puanlık bir faiz artırımının yapılmamış olmasının gelişmekte olan piyasalara verilen bayram mesajı gibi algılanmasını anlamak gerçekten zor!
Son 20 senede özellikle Çin’in küresel ekonomiye eklemlenmesi ile adeta logaritmik artışa geçen dünya ticaret hacmi ile birlikte büyük dengesizlikler oluşmaya başladı. Bazı rakamlar ile örneklendirmekte fayda var: ABD’nin geçen sene sadece beş ülke ile (Çin, Japonya, Almanya, Meksika ve Kanada) gerçekleştirdiği dış ticaret açığı 600 milyar dolar. Bu açık son 20 senedir artarak devam ediyor. Aynı madalyonun öbür yüzünde ise ABD ile dış ticaret fazlası veren ülkelerin ellerinde biriken fonlar var. Bugün 22 trilyon dolarlık ABD kamu borcunun 6,2 trilyon dolarını yabancılar tutuyor. Ayrıca, ABD dışındaki bankaların 13 trilyon dolar mertebesinde dolar yükümlülükleri bulunuyor. Keza, ABD dışındaki yatırımcıların ellerinde 600 milyar dolar mertebesinde dolar banknot tuttukları tahmin ediliyor. Bu nedenle, dış ticaret dengesizliklerinin arka yüzünde para ve sermaye piyasalarında gezen büyük fon fazlasını dikkate almak gerekiyor. İşgücünün ülkeden ülkeye göç etmesi zaten çok zor bir olay. Mal ve hizmetler gümrük sınırlarını nispeten daha kolaylıkla geçse de, söz konusu yatırım ve kredi olduğunda kapılar sonuna kadar açılıyor.
Son 20 senede patlayan dış ticaret sayesinde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde refah seviyesi arttı, enflasyon kayboldu. Ama kırılganlık çok arttı. Dış ticaretteki dengesizliklerin sonucunda doğmuş olan fon fazlaları (sınırlı sayıda insanlar tarafından yönetilen büyük fonlar olarak okuyun) ülkeler arası rekabet yaratmak suretiyle yüksek getiri arayışında. Bu insanlar, medyanın da pompalaması ile, aniden karamsar olabildikleri gibi, aniden Polyanna da olabiliyorlar.
Dolar dünyasındaki fon akımlarının gelgitlerini bir deney ile özetleyebiliriz: boş ve büyük bir baklava tepsisine 2 santim derinliğinde su doldurun. Arkasından, tepsinin bir ucunu azıcık kaldırın sonra bir diğer ucunu azıcık indirin. Suyun bir köşeden diğerine hızla hareket etmesi gibi, dünyadaki fonlar da bir yanda politikacılar diğer yanda merkez bankaları, zaman zaman da sabrı taşıp yollara dökülen halkların hareketlerine tepki olarak tepsinin içinde oradan oraya akıp duruyorlar.
Lehman Brothers’ın batması ile başlayıp dünya savaşları sonrasında yaşanan en önemli finans krizine dönüşen 2008 krizinden bu yana on sene geçti. Hafızaları tazelemek gerekir ise, o günlerde ABD’deki düşük kalite ipotekli konut kredi borçları ile başlayan krizin domino etkisi yaratarak, tüm gelişmiş ekonomilerdeki finans sistemini çökerteceğini gören Fed devasa bir likidite vermek ve faizleri sıfırlamak sureti ile sistemin ayakta kalmasını sağlamış idi. On sene sonra o günkü likiditenin sadece yüzde 10’u geri çekilebilmiş durumda.
Krize kadar FED’in iki temel görevi bulunuyordu: birincisi, ABD ekonomisindeki fiyat istikrarını sağlamak, ikincisi ise işsizliği en düşük seviyeye indirmek. 2010 senesinde Obama yönetimi yaşanan krize tepki olarak Dodd-Frank Kanunu olarak bilinen bir kanun ile FED’in görevlerine bir üçüncüsünü ekledi. O da, FED’in ABD finans sistemini bir daha böyle bir krize maruz kalmasını önlemek idi.
Bugün gelinen noktada, ABD ekonomisindeki ısınma belirtileri yüzünden Fed faizleri arttırmak ve küresel finans krizi esnasında piyasalara verdiği likiditeyi geri çekmek istiyor. Aksi takdirde, ikinci bir fiyat balonu oluşabilecek. Hatta orada olunduğunu söyleyenler artmaya başladı. Öte yandan, önce Yunanistan krizi, arkasından İtalya ve İspanya, şimdi de Fransa’daki sarı yelekliler ile uğraşan Avrupa henüz ormandan çıkamamış durumda. Buna iki senedir belirsizliği arttıran Brexit kargaşasını eklerseniz, AMB’nin FED’in eteklerinde dolaşıp “dur henüz arttırma faizleri” dediğini duyar gibiyiz. Avrupa’daki yavaşlama ile birlikte yüksek kamu borçları daha fazla gündeme gelecek. Çin Merkez Bankası, kendi bankacılık sisteminde oluşmuş kredi balonunu patlatmamak için bir yandan Trump’a gereken tavizleri verecek, diğer yandan da usul usul faizlerini düşürerek büyümeyi yüzde 5’ler seviyesinin altına indirmemeye çalışacak. İngiltere Merkez Bankası şu an “hard exit” hazırlığında “beni kurcalamayın” diyor. Japon Merkez Bankası “sıfır faizlerde 20 yılı geçirdik arada millet yaşlandı, şimdi ne yapacağız?” diye karalar bağlarken, İsviçre Merkez Bankası ise üç maymunu oynuyor.
Özetle, FED’in sağ elinin başparmağını yataydan aşağıya mı yoksa yukarıya mı çevireceğini gözler oldu bütün dünya. Faizleri arttırsa, dolar değerlenecek dış ticaret açıkları artacak ve sermaye akımları daha da büyük kırılganlıklara yol açabilecek. Faizleri düşük tutmaya devam etse, bu defa gelişmekte olan ülkeler için iyi olacak ama büyük ekonomilerde oluşmaya başlayan varlık fiyatlarındaki balonun patlaması durumunda dünya finans sistemi yeniden bir çöküş yaşayabilecek.
Bu nedenle, bir yol kazasına sebep vermemek için bir yandan kontrolsüz büyüyen dış ticaret açıklarını dizginlemek, diğer yandan da koordineli bir yavaşlama bekleniyor 2019 ve sonrasında. Tabi yüksek kamu borçları ile dönen ve yaşlanan ekonomilerde yavaşlamanın borç problemini arttıracağı görünüyor. Tam bu noktada, Türkiye’nin göreceli olarak oldukça düşük kamu borcu oranına sahip olması ve varlık fiyatlarının düşmüş olması, seçim sonrasında oluşacak duruma bağlı olarak, Türkiye’de kalan yatırım fırsatlarını ön plana çıkaracak gibi duruyor.