Gelir eşitsizliğini sadece bir kısım insanın diğerlerinden daha fazla para kazanması ya da parası olması gibi düşünmeyelim. Gelir uçurumunun derin ve geniş olduğu toplumlarda sosyal statü çok ön plana geçmekte, eşitsizliğin kapatılamazlığı mutsuzluğa, sosyal uyumsuzluğu, ahlaki değerlerde gevşemeye ve sağlık problemlerine yol açmakta. Güvensizlik duygusunun artması, biribirine olan güveni azaltmakta.
Businessweek’in Şubat 2019’daki sorularına yanıtlarım:
“Dünya Ekonomik Forumu’nun Gallup’un bir araştırmasına dayandırdığı Küresel Risk Raporu’na göre, geçtiğimiz 15 yıl içerisinde depresyon ve anksiyete bozukluğu yüzde 50 artış göstermiş durumda. Rapor, bunun üç temel nedenini irdeliyor: gelir eşitsizliği ve şiddet eğilimi ve yalnızlık. Sizce, bu ana nedenlerden hangisi daha geçerli? İnsan psikolojisini doğrudan etkileyen etmenler arasında gelir eşitsizliği ne kadar rol oynuyor?”
En önemli cevabı baştan söyleyeyim: Toplumsal gelir eşitsizliği ne kadar artarsa, depresyon riski de o kadar artıyor. Örneğin, Patel ve ark’nın 2018’de yayımladıkları çok sayıda araştırma verisinin bir araya getirilerek tekrar analizine dayalı meta analiz çalışması gelir eşitsizliğinin depresyon ve anksiyete ile ilişkisini kesin biçimde ortaya koydu. Özellikle kadınlar ve toplumun düşük gelirli kısımları depresyondan daha fazla pay almaktalar.
Depresyondaki gençler yaşça daha büyüklerden farklı olarak üzgünden ziyade öfkeli ve kızgın olurlar. Yu ve ark’nın 2017’de yayımladıkları bir takip çalışması bu yaygın klinik izlenimi net biçimde bir kez daha gösterdi. Diğer yandan, gencin duygularının farkındalığı artarsa, duyguları ile yaşantıları arasındaki ilişkiyi kurabilirlerse, bu öfke ve kızgınlığın kendine ve çevreye dönük tahripkârlığı azalıyor.
Yalnızlık, içe çekilme, insanlardan umudu kesme ve başkalarına ‘yatırım’ yapmama depresyonun bir parçası ya da ürünü de olabiliyor. Ancak günümüzdeki depresyon artışına bizi sürükleyen yalnızlığın başkalarıyla ilişkiye zaman ve enerji bırakmayan bir çalışma ve yaşama temposunun ürünü olduğunu düşünenler tümüyle haksız değil. Kazandığı parayı harcayacak zaman bulamayan modern üst-orta sınıfın bezgin ya da karamsarlığında bu durumun payı olabilir, yeterince araştırılmış değil henüz.
Gelir eşitsizliğini sadece bir kısım insanın diğerlerinden daha fazla para kazanması ya da parası olması gibi düşünmeyelim. Gelir uçurumunun derin ve geniş olduğu toplumlarda sosyal statü çok ön plana geçmekte, eşitsizliğin kapatılamazlığı mutsuzluğa, sosyal uyumsuzluğu, ahlaki değerlerde gevşemeye ve sağlık problemlerine yol açmakta. Güvensizlik duygusunun artması, biribirine olan güveni azaltmakta.
Rapordaki yalnızlık başlığı, artan şehirleşme ve sosyal medya kullanımıyla doğrudan ilişkilendiriliyor. Sosyal medya kullanımının insanları yalnızlığa doğru ittiğini düşünüyor musunuz? Günümüz insanının psikolojik durumunu artık sosyal medya mı şekillendirmeye başladı?
Yalnızlık ile sosyal medya arasında ilişki kurulan çalışmada aynı zamanda sosyal medyanın insanları birbirine yakınlaştırıcı bir etkisi olduğu da belirtilmekte. Bunun görsel dayalı platformlarda daha fazla olduğunu öne süren Aarts ve ark’nın 2018’deki bir yayınında metin temelli sosyal medya pek yakınlaştırıcı bir etki göstermemiş. Elbette, sosyal medya insanları sosyal açıdan aktif hissettirirse de yüz yüze etkileşimin yerini alamıyor, yetişkinler yüz yüze iletişim kurmayı tercih etmeye devam ediyorlar.
Her gün sosyal medya platformlarında daha çok zaman geçiren kişilerin daha az zaman geçirenlere kıyasla daha yalnız hissettiğine dair bulgular var. Sosyal medya yalnızlaştırıcı mı, bunu söylemek doğru olmaz. Yalnızlığa yatkın bireylerin, sosyal ilişki kurmak için sosyal medyada daha rahat olduklarını da görmekteyiz. Ulaşılabilirlik çok kolay, bu dijital dünyada daha çok bağlantı kurmamızı sağlıyor, bir yandan da o anda içinde olduğumuz dünyadan bağımızın kopmasına da yol açabilir.
Telefonları ‘aman bir şeyleri kaçırmayalım’ kaygısıyla çok fazla kontrol edenler, akıllı telefon ya da sosyal medya öncesi farklı mıydılar? Bunu bilmiyoruz. Ama sosyal medya haberini almasak dert etmeyeceğimiz şeyleri gözümüzün önüne getirerek bazı şeyleri gözden kaçırmamıza, ‘görmedim, duymadım’ yapmamıza engel olarak rahat etmemizi zorlaştırıyor. Bu farkındalığımızın istiap haddini aşan durumlara yol açabilir. Dünyaya duyarlığımızda bir artış olmasında ne sakınca olabilir? Sosyal medyadan nasıl etkilendiğimizi anlamak için kendi yakın çevremizde olanlara, içinde olduğumuz zamana ve mekana ne kadar duyarlı ve farkında olduğumuza bakmak bir test yerine geçer. Öfke ve zorbalık siber dünyada da var, ama somut ve gözlenebilir sonuçları daha kısıtlı kaldığı, olası zararlar zamana yayıldığı için o denli sarsılmıyoruz.
Raporda dikkat çeken bir başka husus ise kadınlar ve çocukların maruz kaldığı şiddet. Dünyada her 10 kadından üçü partneri tarafından şiddet görüyor; her gün 140 kadın şiddet sonucu hayatını kaybediyor. Dünyayı sarıp sarmalayan bu şiddet eğilimini nasıl okumamız gerekiyor? Kadına ve çocuğa şiddetin sosyoekonomik seviye, milli gelir ya da coğrafya fark etmeksizin tüm dünyada süregelmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Sadece psikolojik etkenlere ve günümüzün özelliklerine bakarak doğru bir yanıt bulamayacağımız bir soru. Ancak, ataerkil toplum yapısının nasıl yerleştiğine bakarak kadın ve erkeğe yakıştırılmış rollerin binlerce yıl içindeki evrimini anlamaya çalışarak düşünelim. Örneğin, erkeğin fiziksel gücünün zorunlu olduğu tarım döneminde, erkeğe ‘kaynakları sağlayan kişi’ olarak bir ekonomik temelli üstünlük sağlamıştı. Bu bir anlamda güç kullanımı için ‘olağanüstü yetkilendirilme’ doğuruyor. Bu olağanüstü yetkinin koşulların çok farklılaşmakta olduğu modern çağa birebir sarkması bir dönem evrimsel olarak anlamı olduğu düşünülen bu güç kullanma yetkisi günümüzden temizlenmesi gereken bir artık. Bu ‘evrimsel artık’ın birçok kişiye doğal gelmesi bir zamanlar ‘doğal’ olmasıyla açıklanabilir mi? Burada bir mazeret kabul etmeyen toplumsal hareketlerin varlığı ile durumun dengelenmesi mümkün olabilir. Çocuklara karşı olan şiddet ise en başta çocuğun değerinin düşüklüğü ile ilgili. Çocuğa verilen değer arttıkça bu durum değişebilir mi? Çocuk işçiliğinin varlığı bir yanda, çocuğumu hangi odada yatırayım bir başka yanda, toplumsal eşitsizliğin iki ucunda, şiddetin farklı düzeylerde olduğunu görüyorum. Bu şiddetin biçim değiştirmiş şekilleri var mı? Çocuklara dönük modern çağın baskı ve beklentilerini bir şiddet gibi görebilir miyiz? Bilim bu sorulara henüz cevap aramakta.
Araştırma, her beş gençten dördü hayattaki en önemli hedefinin ‘zengin olmak’ olduğunu gösteriyor. TÜSİAD’ın basın metninde şöyle bir ifade yer alıyor: “Tüm bu trendler Türkiye’yi de her ülke gibi doğrudan etkiliyor. Ne var ki, Türk toplumu olarak, geçmişten bu yana belirsizliklerle yaşamaya alışkın ve değişime çok hızlı adapte olabilen bir toplumuz.” Siz, bu çıkarıma katılıyor musunuz? Türk toplumu, söylendiği kadar uyumlu ve belirsizliklerle yaşamaya alışkın mıdır?
Öncelikle şunu hatırlamak gerek. Belirsizlikle yaşamak çok yüksek psikolojik bedelleri olan bir durum. Belirsizliğin uzayıp gittiği durumlarda bu maliyet iyice artıyor; o andaki dayanma gelecekteki kaynaklardan yüksek faizli borçla gerçekleşiyor. Borç ekonomisine alışığız demek daha doğru olabilir, kişisel hayatlarımızda da.
Toplum olarak dayanmaya çalışmakta, yıkılmadan ayakta kalmakta iyi olabiliriz; ama bu devamlı dayanmaya çalışma sonucunda dayanıklılığımız artmıyor; aksine giderek ve vaktinden önce aşınıyor, kaynaklarımız daha hızlı tükeniyor. Yaratıcı, üretici, fikir geliştirici potansiyelimiz işlemez duruma geliyor.
Değişime hızlı adaptasyon, kısa, anlık ve az sayıda değişim söz konusu olduğunda bir yetenek, esneklik ve dayanıklılık (resilience) göstergesi. Ancak bitmek bilmeyen ve kısa zaman dilimilerine sıkışmış çok sayıda değişim aynı anda olduğunda esneklik değil şekilsizlik (amorf) zorunlu olur. Esneklik bir esneme sonrası önceki haline dönebilmeyi içerir, bundan ötesine ‘sünme’ deniyor. Amorfluk, asıl şeklini, çekirdeğini muhafaza edememe ve dayanabilmek için şekilden şekile girme bir varoluşsal baş dönmesi yaratabilir. O zaman bu durumdan iki sonuç çıkıyor: ya aşırı bir muhafazakarlaşma, hiç değişmeme, ya da şeklini şemalini toptan kaybetme ortaya çıkar. Sonuçta, her iki durumda da kendimizi tanıyamaz hale geliriz, kendimize ve bildiklerimize yabancı oluruz. Çok tekinsiz bir durum. Savunma amaçlı saldırganlık reflekslerini tetikleyici.
Rapor aynı şekilde, dijitalle iç içe olan yeni jenerasyonun empati yoksunluğu çektiğini vurguluyor. ABD’deki çocuklarla yapılan araştırma, 1979’dan 2009’a kadar geçen sürede öğrencilerin yüzde 48’inin empati seviyesinin düştüğünü gösteriyor. Buna neden olarak da kişisel teknolojilerin kullanımıyla materyalizmin artması ve değişen ebeveynlik uygulamaları gösteriliyor. Siz, günümüz çocuklarının giderek daha fazla empati yoksunu olmasını neye bağlıyorsunuz? Türkiye’de de benzer bir eğilim görüyor musunuz?
Günümüzdeki empati yoksunluğunu teknolojinin bir ürünü olarak görmekte acele etmeyelim. Günümüzün gençlerinin bildiğimiz anlamdaki empati becerileri güçlü olmayabilir, çalışmalar öyle diyor. Oyunlardaki veya izlenen kanallardaki açık şiddetin etkisi var mı? Sanırım, burada izlemenin ve oynamanın kolayca olması, yoğunluğun aşırılığına ve etkilerin daha konvansiyonel araçlarla olduğuna göre zarar eşiğini kolayca aşabilmesine imkân veriyor. ‘Faydalı’ empati geliştirici dijital oyunların genç kuşak arasında pek tutulmadığı da söylenmekte. Diğer yandan, marshmallow testi diye bilinen ve çocuklarda kendini kontrol ya da hazzı erteleme becerisinin gelişimini yansıtan deneysel çalışmalara baktığınızda bu ‘dürtüyü bekletme, doyumu erteleme’ becerisinin günümüzde geçmiştekinden daha zayıf olmadığı bulundu. Genel kanının aksine… Peki, o zaman günümüzdeki sabırsızlığın, bir an evvel yükselme, doyum sağlama arzusunun nedeni nedir diye sorulduğunda testin mucidi Mischel diyor ki: “Beceri var, ama kullanmayı tercih etmiyorlar”. Bence de, hem dürtü kontrol hem empati, her ikisi de yeni kuşaklarda eksik değil, yok değil, var. Ama, adeta devreye girmiyor, giremiyor bu beceriler.
Kaynaklar
Aarts, S. (2018). Social media and loneliness among community-dwelling older adults. International Journal of Geriatric Psychiatry,33(3), 554-555. doi:10.1002/gps.4769
Patel, V., Burns, J., Dhingra, M., Tarver, L., Kohrt, B., & Lund, C. (2018). Income inequality and depression: a systematic review and meta-analysis of the association and a scoping review of mechanisms. World Psychiatry, 17(1), 76-89. doi: 10.1002/wps.20492
Pittman, M., & Reich, B. (2016). Social media and loneliness: Why an Instagram picture may be worth more than a thousand Twitter words. Computers in Human Behavior, 62, 155-167. doi:10.1016/j.chb.2016.03.084
Yu, R., Aaltonen, M., Branje, S., Ristikari, T., Meeus, W., Salmela-Aro, K., Goodwin, G. and Fazel, S. (2017). Depression and Violence in Adolescence and Young Adults: Findings From Three Longitudinal Cohorts. Journal of the American Academy of Child & Adolescent Psychiatry, 56(8), pp.652-658.e1.