Yazarken başlıktaki noktayı boşuna kullandığımı düşündüm. Ama yine de insan varoluşuna verdiğim değer itibariyle kendi sesimin o kadar da aşağıdan gelmesini içime sindiremedim. Aslında dürüst olmak gerekirse kendiminkini kabul edemedim.
En azından henüz!
Fakat öyle ya da böyle artık insanlık maskesinin hepimizden kaçıp gitmek üzere olduğu günlere yürüyoruz. İnsanın varlığına atfedilen onca değer, dinler, yaşama amacı ya da adına ne derseniz deyin önümüzdeki yüzyıl verileri, tüm bildiklerimizi tuz buz edecek kadar radikal geliyor.
Tabii ki kafamızı kuma gömüp bulursak en sevimlisinden bir köy seçip tüm bu fikirlerden sıyrılmak da mümkün. Fakat bunu yapabilmek bile bir dolu seçenekten vazgeçmenizi gerektirebilir.
Yeni bilim dilinin size şunu söylediğini düşünün. Bugüne kadar bildiğin sen var ya, aslında sen gerçekten o değilsin. Sen nesin, kimsin? Bundan da emin değiliz. Ama sen bildiğini sandığın kişi hiç değilsin. Açıklamaları böyle dinleyince kendimizi çok da iyi hissedemiyoruz. Yani çevresel dinamiklerin ve çağımızın içimizde cirit attığı saçmalığı bir gerçek olarak yüzümüze tokat gibi iniyor. Yoksa biz sistemin olmamızı istediği kişiler haline mi geldik? Bir anlamda evet. Diğer anlamda arada kaçaklar da var. Özgün parçanız nerede ya da var mı? İşte onlar kaçaklar, sistemde barınamayanlar, devrim ya da reform yapanlar. Eser niteliğinde işler çıkarabilecek kadar asi olanlar.
Daha detaylı anlatmak lazım. Teknoloji, hayatımızdaki yerini derinleştirdikçe bilim de eş zamanlı olarak kulağımıza başka gerçekleri fısıldıyor. En dikkat çeken haliyle duygularımızın insana has, ruhani bir özellik olmadığını ve herhangi bir özgür irade teşkil etmediği yönünde yapılan çalışmalar var.
Aksine hayatta kalmak ve üremek için hızlı hesaplar yapabilmemizi sağlayan biyokimyasal mekanizmaların askerleriyiz. Yani gücünü sezgiden, esinden ya da özgürlükten değil hesaplamalardan alan bir sinir ağımız varmış.
Tehlike karşısında korku duymamızın sebebi, beyindeki milyonlarca nöronun çabucak gerekli verileri hesaba katıp ölüm riskinin yüksek olduğu sonucuyla ilişkili. Öfke, suçluluk ya da bağışlama gibi ahlaki duygular da grup içi işbirliğini sağlamak için evrimleşmiş sinirsel mekanizmalardan kaynaklanıyormuş. Tüm bu biyokimyasal algoritmalarımız ise milyarlarca yıllık evrim sürecinde yontulmuş.
Genellikle duyguların birer hesaplama ürününden ibaret olduklarını fark edemiyoruz. Çünkü bu seri hesap işlemi farkındalık eşiğimizin çok altında bir yerde cereyan ediyor. Beyindeki hayatta kalma ve üreme olasılığını işleyen milyonlarca nöronu hissedemediğimizden yılanlardan korkmamızın, cinsel eş tercihimizin ya da politika hakkındaki fikirlerimizin esrarengiz bir özgür irade sebebiyle ortaya çıktığı yanılsamasına düşüyoruz.
Fakat vahim olan şu ki; aslında bize yüreğimizin sesini dinlememiz gerektiğini söyleyen liberalizmin kendisi oluyormuş. Yani içindeki ses değil.
Yine de liberalizm, duygularımızın özgür irademizi yansıttığını düşünmekte yanılıyor olsa da bugüne kadar duygularımıza göre hareket etmek uygulamada işe yarar bir yöntemdi. Çünkü duyguların sihirli ya da hür bir yanı bulunmasa da ne okuyacağımız, kiminle evleneceğimiz ve hangi partiye oy vereceğimiz hakkında karar vermek için kainattaki en iyi yöntem buydu. Ve duygularımı benden daha iyi anlayabilecek hiçbir harici sistem yoktu. Kalbimin sesi acaba kimin sesi? Bu soruyu önümüzdeki yıllarca sıkça sorabilir cevabı da hiç bulamayabilirsiniz. Çünkü size yüksek bir özgüven ve yanında epey derine inecek kadar fazla bir cesaret gerekiyor.
Yine de özgür irademin olduğunu iddia etmek her açıdan mantıklı çünkü iradem büyük ölçüde dahili unsurların etkileşimiyle şekilleniyor ve bunları dışarıdan bakan hiç kimse göremiyordu. Yabancılar içimde neler olup bittiğini ve nasıl karar aldığımı hiçbir şekilde anlayamazken gizli dahili alanımı kontrol ettiğim yanılsaması içinde yaşamayı sürdürebilirdim. Bununla bağlantılı olarak liberalizm, insanları yüreklerinin sesini dinlemeyi yönlendirmekle acaba doğruyu mu yapmış oldu? Çünkü artık iç sesim de o kadar içeride değil gibi…
Bu durumda; zekâ, normalde sorun çözme becerisi, bilinç ise acı, neşe, zevk gibi duyguları hissedebilmek olurken liberal dünya bizim nöronlarımızı tahrip etmeye nereden başlamış olabilir?
Muhtemelen Sanayi Devriminin ardından ve İkinci Dünya Savaşı döneminde.
Sebebi elbette yine insan. Her şeye rağmen kullanamadığı iradesi çığ gibi büyüdükçe sistem hedefine ilk kez insanı bu şekilde koyuyor. Tüm işlevlerinden arındırmak üzerine… Üstelik gözetim rejimlerinde yaşayacak olan yeni insan türü önümüzdeki yılların bilim kurgu filimi değil gerçeğin ta kendisi olacak.
Size Yuval Noah Hariri’nin kitabından okuduğum bilgilerden damıtarak aktarıyorum. Çarpıcı tespitlerin bulunduğu bu kitabın ana fikri, elbette abartıyorum ama sanki insanın kalıbını hiçbir zaman dolduramadığı, bu saatten sonra da buna gerek kalmadığı gibi de okunabilir.