Alman gazetesi Welt am Sonntag yazarı Eva Sudholt, Berlin’de oturduğu, Heilbronner Caddesi 10 numaradaki binanın Holokost öncesinde yaşayanlarını ve akıbetlerini araştırmak üzere İsrail’e gider. Orada buluşacağı 96 yaşındaki Yair Noam’dan kendisinin ve ailesinin hüzünlü geçmişini öğrenir. Halen oturduğu dairede, II. Dünya Savaşı esnasında yaşayanların başına gelenlerini kendi kaleminden tarihe not düşmüş olur…
Alman gazetesi Welt am Sonntag yazarı Eva Sudholt, Berlin’de oturduğu, Heilbronner Caddesi 10 numaradaki binanın Holokost öncesinde yaşayanlarını ve akıbetlerini araştırmak üzere İsrail’e gider. Orada buluşacağı 96 yaşındaki Yair Noam’dan kendisinin ve ailesinin hüzünlü geçmişini öğrenir. Halen oturduğu dairede, II. Dünya Savaşı esnasında yaşayanların başına gelenlerini kendi kaleminden tarihe not düşmüş olur…
1920’lerin neşeli Avrupa günlerindeyiz.
Charlotte ve Georg Nomburg, biri Alman diğeri Avusturya kökenli mutlu bir çift. Bavyera’nın Coburg şehrinde yaşamlarını kurarlar. Georg, girişimci bir iş adamıdır ve kardeşi ile birlikte yürüttüğü tekstil üretim firması Nomburg & Co. ile zengin bir semtte varlıklı hayatlarını sürerlerken yükselen Alman milliyetçiliğinin ve yabancı düşmanlığının yavaş yavaş pençesine düşerler. 1929’da Coburg resmi olarak Almanya’nın ilk Nasyonal Sosyalist kenti ilan edilir. Aynı yıl yerel bir gazetede, “Georg Nomburg kimdir?” başlıklı bir makalede şu sözler yer alacaktı: “Ev bulma sıkıntısının olduğu bir dönemde göçmen bir Yahudi, tüm arsızlığıyla Coburg’un en güzel evinde yaşamayı elde etmiştir. Coburg’da bugün, Çingeneler gibi çalan seyyar satıcı ulusunun dejenere karakterini kabul etmek istemeyen çok sayıda vatandaş vardır…”
Charlotte ve Georg Nomburg Berlin 1938
Bu yazıdan kısa bir süre Georg’un fabrikasında yangın çıkar ve anne- baba iki çocuğu ile birlikte Berlin’e taşınır.
Berlin’de tekstil işi tekrar kurulur ve aile birkaç yıl, gelecekte olanlardan habersiz varlıklı hayatlarına devam eder.
Nitekim tarihin en büyük kötülüğünün ayak sesleri yakından duyulmaya başlanmıştır bile.
1934’te Nomburg Ailesine, Coburg İl Meclisinden resmi bir yazı gelir ve Georg’un, Almanya adına askerlik yapmaması nedeniyle 1922’de verilen vatandaşlığı elinden alınır. Eşi ve çocukları da, Georg’un yanlış verilmiş vatandaşlık hakkı suçundan dolayı vatandaşlıktan çıkarılır.
1935 Eylül’ünde ise, “Alman ırkının kanının ve onurunun korunması” kanununa dayanılarak, “Yahudilerin Alman vatandaşlarını hizmetlerinde çalıştıramaz” kararı sonucu evin hizmetçisi evi terk eder.
1938’de Nazi Hükümeti’nin Bilim, Kültür ve Eğitim Bakanlığı çıkardığı bir yasayla Yahudi çocuklarının Alman okullarında okuyamayacağına ve bu nedenle, okuyanların okullarıyla ilişiklerinin kesilmesine karar verir.
Şeytanın büyük yıkımı yaklaşırken, 31 Ekim 1938 sabahı Berlin Tren İstasyonundan kalkan bir tren İtalya’nın Trieste şehrine Nomburg çiftinin büyük oğulları Manfred’i götürecektir. Manfred sonra da, oradan gemiyle Kristallnacht’tan bir gün önce Filistin’e ayak basar. Kardeşi Harry ise bir yıl sonra İskoçya’ya, Georg’un kardeşi de Şili’ye kaçmayı başaracaklardı.
Manfred, bizim gazetecinin İsrail’de bu yıl görüştüğü Yair Noam’ın ta kendisidir aslında.
Charlotte - Georg çifti kendilerini bekleyen büyük tehlikeyi geç görecekler ve kapana sıkışan canlılar gibi çıkış yolu için her şeyi deneyeceklerdi. Filistin’e Yahudi göçü artık İngiltere tarafından yasaklandığı için Şili’ye kaçmayı deneyecekler ama aldıkları Şili vizesi sahte çıkınca tüm çıkış yolları kapanmış olacaktı.
1941 yılının ekim ayında, Georg ve Charlotte, Berlin’deki büyük evlerine el konulduktan sonra başka bir Yahudi aileyle zorunlu paylaştıkları Berlin’deki küçük dairenin kapısını kapatıp kilitlerler. Anahtarı bina sorumlusuna verirler ve Alman yetkililer tarafından yüzlerce Yahudi aileyle birlikte işgal altındaki Polonya’nın Lodz Gettosuna getirilirler.
Yedi ay sonra ise yine yüzlerce Yahudi ile birlikte trene bindirilirler ve doğrudan Chelmno Toplama Kampına gönderilirler.
56 yaşındaki Georg ve 44 yaşındaki Charlotte, sözde çalışma amacıyla geldikleri ölüm kampına girer girmez elbiseleri üzerlerinden alınır, ikili diğer çıplak Yahudilerle birlikte duvarlarda yazılı olan ‘duş odaları’ tabelalarını takip ederler, içeri girerler. Kapılar büyük bir gürültüyle arkalarından kapanır. Çığlıklar duyulur…
Ve nokta.
Savaştan iki yıl sonra Yair Noam’ın İsrail’deki adresine Batı Almanya yetkililerinden gelen mektupta anne ve babasının 15 Mayıs 1942’de öldükleri kendisine resmi olarak bildirilir.
Yair Noam, Filistin’e geldikten sonra askeri görevini bitirir bitirmez arkadaşları ile birlikte bir Moşav kurup küçük bir matbaa çalıştırır. Daha sonra Tel Aviv’e taşınır. Grafik sanatçısı olur. Orada bir mucize onu bekler. Berlin’den Filistin’e kaçarken geçmek zorunda kaldığı Trieste’de aşık olduğu Anita’ya rastlar. Eşini İsrail’in bağımsızlık savaşında kaybeden bu genç dul kadınla evlenir ve üç çocuk sahibi olur. Anita 2011 yılında vefat eder.
Yair Noam 96 yaşında ve hayata sımsıkı bağlı olarak günlerini bir yaşlılar evinde tuhaf bir şekilde, kaybettiği kültürünün dilini tekrar öğrenmeye ve konuşmaya çalışarak geçiriyor, diğer Alman kökenli Holokost kurtulanları ile birlikte. Bilgisayarından Google araması yapmaktan sıkılmış durumda ve arda kalan zamanında vaktini ünlü Tenor Jonas Kaufmann’ın kantatlarını dinleyerek geçiriyor.
Anne - babasının kendileri için yapmadığını veya yapamadığını onun ve kardeşi için başarmış olmalarının şansıyla hayata tutunmuş ve kaderiyle ve Şeytan’la dalga geçercesine, vakur yürüyüşüyle kaçınılmaz sona doğru ilerliyor.
Geriye ise bizlere, Yair Noam’ın anne babasınınki gibi bilinen milyonlarca benzer hikâye ile ortaya çıkarılamamış belki yine milyonlarca, anlatılmamış hüzün tarihi kalıyor.
Bize düşen tek görev, travmanın yıkıcı sonuçlarını içimizde engellemeye çalışarak, bu hazin geçmişi unutmamak, unutturmamak olmalı.
Şeytan’a karşı en büyük silahımız sadece solmayan hafızamız olacaktır.