Bulgaristan, I. Dünya Savaşı’nın sonunda Avrupa’yı şekillendiren 1919 Paris Barış Görüşmeleri çerçevesindeki Neuilly Anlaşması ile Makedonya’yı yeni kurulan Yugoslavya’ya, Batı Trakya’yı ise Yunanistan’a kaptırır… Durumu telafi etme gayretiyle, eski kıtaadaki gerilimin yeniden tırmanmaya başladığı dönemlerde, ilk önce İtalya’ya, Hitler’in Almanya’da kontrolü eline geçirmesi ile birlikte de Almanya’ya yanaşır. Kazanın yeniden kaynamaya başladığı 1934 yılı sayımına göre 6 milyonun biraz üstünde çıkan ülke nüfusunun yaklaşık 50 bini Yahudi’dir.
Yaşanan büyük toprak kayıpları sonrasında, babasının yerine yönetime gelen III. Boris’in monarşik bir diktatörlük oluşturması ile Bulgaristan, hem İtalya’nın hem de Almanya’nın çökertmek için yanıp tutuştukları Yugoslavya’yı hedefine oturtur. Süreç içinde amaç, tıpkı Almanya’nın durumunda olduğu gibi, Paris barış görüşmeleri sonrasında galip ülkeler tarafından dikte edilen şartları yırtıp atmak üzerine gelişecektir.
Bulgaristan, 1941’de Mihver Devletlerine katılır ve Almanya’nın önünü açması ile daha önce kaybettiği Makedonya’yı ve Batı Trakya’yı tekrardan kontrolü altına alır. Kıvrak bir siyasi manevra ile Sovyetler Birliği ile savaşa girmekte direnir ve doğu cephesinde işlerin Almanya için iyi gitmemesini doğru kullanarak, savaştaki fiili katılımını Yugoslavya ile sınırlı tutar. Her ne kadar bu durum, savaşının gidişinde ülkenin Sovyet kontrolüne girmesine engel olamadıysa da, Bulgar Yahudilerinin Nazi kıyımının çarklarına atılmalarını engellemiş olur.
Makedonya ve Batı Trakya Yahudileri bu anlamda Bulgar dindaşları kadar şanslı olmazlar. Bölgeden 20 bin Yahudi, Bulgar hükümetinin desteği ile toplanarak Polonya’daki ölüm kamplarına sevk edilirler. Bunların çok azı savaşın sonunu görecektir.
Kendi ülkesinde 1940 yılının haziranından itibaren Yahudi karşıtı ırkçı yasaları devreye sokan Kral Boris, iş kendi Yahudilerini Nazilere teslim etmeye gelince, siyasi kadroların, bürokrasinin, Ortodoks Kilisesinin ve Bulgar Yazarlar Birliği başta olmak üzere birçok sivil toplum kuruluşunun sert tepkisi ile karşılaşır.
Almanlar tarafından titizlikle hazırlanmış Bulgar Yahudilerinin ölüm kamplarına transferi planları, doğu cephesindeki ağır hezimet sonrasında hızla geri çekilen Alman katliam birliklerinin birincil önceliği değildir artık. Nitekim, Bulgar Yahudileri kendi ülkelerinin sınırları içinde kalan toplama kamplarında zorunlu çalışmaya tabi tutulmaktan başka kayda değer bir zulme uğramazlar. 1944’te Stalin’in birlikleri Bulgaristan’a girer ve ülkedeki uzun soluklu Sovyet baskısı başlar.
1980 – 1988 yılları arasında Bulgaristan’ın Birleşmiş Milletler nezdindeki misyonunda diplomat olarak görev alan ve şu anda siyasal bilimler konusunda çalışmaları olan Rossen Vassilev’in New Politics’te çıkan ‘Bulgar Yahudilerinin İkinci Dünya Savaşındaki Kurtarılışı’ başlıklı makalesinde anlattığı gibi:
“Kardinal Stefan Sofya’dan 800 kadar Yahudi’nin trenlerle Polonya’ya transfer edileceğini duyunca hemen Kral Boris’in sarayına gider ve kendisi ile görüşüne dek orada bekleyeceğini söyler. Başarılı olur! Benzer şekilde Filibe Piskoposu Kyril de ısrarlı bir itaatsizlik örneği göstererek kentindeki Yahudi nüfusu kilisesinde, hatta bazılarını evinde saklar. 9 Mart 1943 gecesi, rayların üzerine yatarak, Filibe tren istasyonunda toplanan 1500 ila 1600 kişinin transferini engellemiş olduğu kayıtlara geçmiştir.”
Buradan hareketle, 2003 yılı şubat ayında Bulgar hükümeti 10 Mart’ı, ‘Holokost ve İnsanlığa Karşı İşlenen Suçların Kurbanlarını Anma Günü’ olarak kabul etti. O zamandan bu yana bu özel günde düzenlenen çeşitli etkinliklerle, bir yandan ‘Büyük Bulgaristan’ sınırları içinden Treblinka Ölüm Kampına gönderilen Holokost kurbanları anılırken, diğer yanda kendi Yahudilerini Almanlara teslim etmekte toplumsal bir direnç gösteren Bulgar halkı onurlandırılıyor.