“Futbol asla sadece futbol değildir.” Bu sözü çokça duyuyoruz. İngiliz spor yazarı Simon Kuper’in ‘Football Against Enemy’ isimli kitabını okumuştum yıllar önce. Kitap Türkçeye ‘Futbol Asla Sadece Futbol Değildir’ ismiyle çevrilmişti. Konusu futbolun siyaset ve iş dünyası ile nasıl iç içe geçtiğiydi. Kitabı okuduktan sonra Simon Kuper ile iletişime geçip Şalom Gazetesi için yazı istemiştim. Bizi kırmayıp yazmıştı. Kuper bir sırt çantasıyla statları gezerek kendine bir ‘futbol turu’ düzenlemişti. Gezdiği şehirlerin takımlarının maçlarına gidip, muhabir, taraftar ve yöneticileriyle röportajlar gerçekleştirmişti. Berlin Duvarıyla ikiye bölünen Berlin’de, duvarın diğer tarafında kaldığı için takımlarını desteklemek adına UEFA maçlarını bekleyip, takımlarının deplasman maçlarına gidip, özlem gideren taraftarların hikayesi hâlâ aklımda…
Futbolda siyaset var, iş dünyası var. Bu yadırganamaz bir gerçek. Bunu canlı canlı görüyoruz. Peki, ne zaman bu hale geldi futbol? Konuyu iyi anlayabilmek için ‘endüstriyel futbol’ başlığını incelemekte fayda var. Kısaca, futbolun çokça takip edildiğini, sevildiğini gören simsarlar ‘burada para var’ deyip futbol seyircisini önce taraftar, sonra müşteriye çevirdi. Bu dönüşüm eskiden tiyatro izler gibi maç izleyen seyirciyi, önce sadece takımına körü körüne bağlı bir taraftara, sonrasında ise takımı için para harcayan sadık bir müşteriye çevirdi. Formadan kombineye, iç çamaşırından yeni doğan bebeğe alınan tuluma kadar birçok ürüne para akıtan bu müşteri, artık futbolda milyonların dönmesini sağlayacaktı. İşin içine bir de bahis firmaları girince futbolun doğası iyice bozuldu. Her gün milyonlarca insan, binlerce şirket üzerinden bahis oynayıp maçların skorlarını tahmin etmeye çalışırken futbol nasıl temiz kalacaktı? İşin içine para girince futbol bir oyun olmaktan çıktı, bir sektör haline geldi.
Oyun olmaktan çıkan futboldaki paranın hacmi her geçen gün arttı. Hacim arttıkça rant arttı. Rant arttıkça ise iş adamlarının oyuncağı haline geldi bu güzel oyun. Rus, Amerikan ve Çinli milyarderler başta Premier Lig olmak üzere, Fransa ve İtalya liglerinde kulüpler satın almaya başladı. İş dünyası girdi futbolun içine. Ardından Berlusconi, gibi kulüplü siyasetçiler çıktı piyasaya. Bu sefer siyaset girdi işe...
Bizim ligimizde de CHP’li Şükrü Saracoğlu’nun Fenerbahçe başkanlığı yapması, stada isminin verilmesi, siyasi bir örnekken, Yıldırım Demirören, Aziz Yıldırım, Ali Koç, Özhan Canaydın gibi önemli iş adamlarının yöneticilik yapması da iş dünyasının futbola nasıl bulaştığının örneği…
Futbol federasyonumuzu yıllardır Yıldırım Demirören yönetiyor. Önceki başkanların profiline baktığımızda da durum aşağı yukarı aynı. Hep iş dünyasından kişilere kalmış bu görev. Peki, dünyada nasıl?
Dünyanın en büyük liglerine sahip İngiliz, Fransız, İtalyan, Alman ve İspanyol federasyonlarına baktığımızda, İngiltere’de Greg Clarke, Fransa’da Noel Le Graet, İtalya’da Gabriele Gravina, Almanya’da Reinhard Grindel, İspanya’da Luis Rubiales isimlerinin başkanlık koltuklarında oturduklarını görüyoruz. Bu isimlerden İspanya Futbol Federasyonu Başkanı Rubiales dışındakilerin hepsi ya iş adamı ya da siyasetçi. Sadece Rubiales futboldan gelme bir isim. Yani bizim federasyon ve kulüpler de dünyadaki trende ayak uydurmuş durumda. Son günlerde Hakan Ünsal, Hamit Altıntop, Rıdvan Dilmen, Rüştü Reçber gibi eski futbolcular açıklama yapıp, “Bu göreve futbol oynamış birinin gelmesi gerekiyor” dese de dünyanın başarılı federasyonlarında hep iş ve siyaset dünyasından isimler görüyoruz.
Benim düşüncem ise şu şekilde. Yıllardır bu işi iş adamlarına, eski siyasetçilere bıraktık. Özellikle son on yılda durumun nerelere geldiğini, ne kadar kötü gittiğimizi hep birlikte görüyoruz. Bir kere de rant için değil, sadece futbolu daha iyi yerlere getirme hedefiyle yola çıkan birilerinin bu göreve gelmesi, Türk Futbolu için toparlayıcı bir etmen olabilir. Basına adaylık için konuşan eski futbolcuların hiçbirinin bu işe rant için değil, sadece yıllarca ekmek yedikleri futbolu iyileştirmek için geleceği inancını taşıyorum. “Yönetim kısmı ile futbol kısmı farklı”, “Eski futbolcular yönetemez” gibi yorumlara katılmıyorum. Sonuçta gelecek kişinin bir ekibi olacak. Ekip doğru kurulursa futboldan anlayan birinin bu ekibin başında olması çok daha verimli olacaktır. En azından ‘prim kavgası’ gibi basit konularda anlaşmazlıkların azalacağını düşünüyorum. Futbol oynayarak galip gelmiş, mağlup olmuş, prim almış ya da kaçırmış bir başkan, en azından futbolcunun psikolojisini bildiği için bazı hataları yapmayacaktır. Bahsedilen eski futbolcular da yıllardır çok değerli kulüp başkanlarıyla çalışıp sayısız yönetimsel karara şahitlik etmiş isimler. Hem Türk Futbolu olarak, böyle bir deneyimi yaşamak bizi yaşadığımız son on yıldan ne kadar kötü yerlere getirebilir ki? Yeniliklere açık olmak lazım, isteyene şans vermek lazım…
Matematik asla yanılmaz
Son beş yılda Süper Lig’de şampiyon olmanın matematiği maç başına 2 - 2,3 puan arasında değişiklik gösteriyor. Lider Başakşehir’in 25 maçta topladığı puan 57. Maç başına 2,28 puan yapıyor. İkinci Galatasaray’ın maç başına puanı 1,90. Bu performans Süper Lig’de şampiyonluk için yetmiyor.
Son yazımda Fenerbahçe’nin maç başı bir puanlık bir takım olduğunu, yeni transferler ve Ersun Yanal’ın tecrübesi ile bunun maksimum 1,5 puana çıkabileceğini öngörmüştüm. Öyle de oldu. Phillip Cocu ve Erwin Koeman yönetiminde bir puan ortalama ile oynayan Fenerbahçe, Ersun Hoca ile çıktığı on lig maçında 14 puan alarak maç başı 1,4 puan ortalaması ile oynadı. Matematiğe bakılınca bu takımla alakalı sorun teknik direktör değil. Ligi uzun zamandır izlediği iddia edilen Comolli ve Comolli’yi bu göreve getirip bütün takımı oluşturmasına izin veren Fenerbahçe yönetimi bu sezon maalesef sınıfta kaldı. Bence Cocu’ya da haksızlık yapıldı. Yeni transferlerle puan ortalamasını yükselten Fenerbahçe, belki Cocu kalsaydı da bu transferlerle yine bu puan ortalamasına ulaşabilecekti...
Şimdi işin ilgi çekici kısmına geliyorum. Fenerbahçe bütün sezon 25 maçta 28 puan toplayarak maç başına 1,1 puan toplamış. Süper Lig tarihinde bu puan ortalamasıyla düşen takımlar var. Kalanlar ise son hafta kıl payı ligde kalmışlar. Herkes “Fenerbahçe düşmez” diyor, hakem hatalarından bahsediyor, haksızlık yapıldığını söylüyor. Ancak Fenerbahçe da maç kazanamıyor. Tehlike çanları çalıyor. Ligin bitimine dokuz hafta kaldı. Fenerbahçe’nin maçlarının birçoğu da düşmeme mücadelesi veren takımlar olunca, ortaya tehlikeli bir tablo çıkıyor. İlginç bir sezon izliyoruz bu sene, ancak matematik asla yalan söylemez. Başakşehir’i güzel, Fenerbahçe’yi ise korkulu günler bekliyor.