Yahudilik tek bir kavrayışın dışında gelişmiştir.
Bu dizide, bir gazete köşesinin elverdiği ölçüde, değişik zaman dilimlerinde değişik limanlara uğradık. Yahudiliğin, fırtınalı denizlerdeki inanılmaz yolculuğunda, kutsalın insanla buluşmasını izledik. Diğer iki büyük tek tanrılı dinin de gelişini kolaylaştıracak bu gelgitli sularda, bugünün dünyası ve sahne olduğu şiddetin değişik şekillerde kutsanması üzerine çeşitli ipuçları yakalamaya çalıştık. Eğer okuyucu bu bulguları en azından üzerinde düşünmeye değer bulursa yolculuğun bu bölümü istediği amaca ulaşmış olacaktır.
Carl Schmitt’in, devletin mutlak ve tek güç olmasının sonuçlarını ele aldığı şemasının aynısını kutsalın tek egemen olmasına uyguladığımız tahlilde, şimdilik söylenebilecek olan, tarihsel ve düşünsel zamanda yapılan söz konusu yolculukta kimi ilginç sonuçlara varılmış olunduğudur.
Öncelikle ileri sürülebilecek olan Yahudiliğin (çoğunlukla sanıldığı gibi) tek bir tanımının olmadığıdır.
Tarih sahnesinde yerini almaya başlamasından bugüne kadar Yahudiliğin tanımı durmaksızın farklılaşacaktır gerçekten de.
Avram’dan Moşe’ye değişecek olan Yahudi olmanın anlamı, Avram’ın kendi yaşam süresi içinde dahi düz bir yol izlemeyecektir; Avram, gördük, değişik tarihsel zamanlarda ve coğrafyalarda sadece Yahudiliğin değil, diğer halkların da babası olarak anılacaktır. Fenikelilerden Asurlulara, oradan Helenlere büyük saygı ve sevgi uyandıracaktır bu kişilik.
Yer üzerinin yasasını inşa etmeyi ve göğün iktidarını yere indirmeyi üstlenecek olan Moşe ise Avram’ın Yahudilik kimliği tanımında, ondan radikal bir şekilde yolunu ayıracaktır. Öylesine kökten olacaktır ki bu ayrılış, Aziz Paul’e halkları ve dinleri birleştirme ütopyası içinde ünlü cümlesini söylettirecektir. “Avram’a dönelim!” diye seslenecektir, bugün Ortadoğu denilen o zamanın dünyasının merkezinden. Ayrılığı ve ayrıcalığı (exclusivity) reddedecek, çareyi tüm halkların babalığını üstlenecek olan Avram’a sarılmakta bulacaktır Paul.
Dalgalı denizlerde bitmez çileli Yahudiliğin, çalkantılı yolculuğu devam edecek, büyük Helen uygarlığı ile karşılaşmasında aynı zor yol ayırımında bulacaktır kendisini. Reformist olarak adlandırılacak bir bölüm Yahudi, evrenselleşmeyi ve bunun için yabancı kültürlerle bütünleşerek yeni bir varoluşu önerirken, diğer bölümü de radikal-muhafazakâr bir tutum içinde, geleneksel bir “Moşe ve Torası” yorumu içinde kalacaktır. Kurtuluşa götüren ve yer üzerinin yasasını yazmaya dönük bir siyasal önder olarak kabul edilecektir aslında Moşe. Kendisine koşulsuz uymayan Yahudi olmayacağına göre, değişik kültürlere, mesela Helen kültürüne ve yasasına kucak açan Yahudi olamayacaktır bu düşünceye göre.
Devletin kendi uyruğu için birleştirici, diğerleri için ötekileştirici tanımı artık kutsalın varlığında da anlam bulacaktır. ‘Ben’ ve ‘öteki’ algısı, tek tanrılı dinin sözlüğüne yerleşmiş olacaktır. İçe kapanma Yahudi olarak var olmanın tek yolu olacaktır bu kesime göre.
Schmitt doğrulanmış olacaktır; çatışma ve savaş kapıdadır artık.
Yahudi olmanın tanım ve koşulları reformcularla, radikal tutucuların bilek güreşleri içinde kâh o tarafta kâh bu tarafta yaşam bulacaktır.
Modern zamanların başından itibaren yol ayırımları daha da çetrefilleşecektir. Aydınlanmacı Mendelssohn ve Lessing’in yaklaşımlarında, Yahudilik köhnemiş iktisadi ve kültürel yapıdan kurtarılmaya çalışılacaktır. Yahudi artık her şeyden önce rasyonel olandır.
Ayırıcılık ve ayırımcılık eleştirisi ve karşıtlığı yeni reformistler tarafından tekrar gündeme getirilecektir.
Yahudiliğin serüveninin hazin bir aşamasında ise, tarihin garip bir cilvesi ile Schmitt sanki doğrulanacak, kendi dışında herkesi düşman edecek olan Alman faşizmi, Yahudilerin arasında bir fark gözetmeyecektir. Tümü ortadan kaldırılmak istenecektir.
Kâbus bittiğinde nihayet İsrail’de sakin bir liman bulduğunu sanacaktır Yahudilik.
Fakat tarih geldiği yolu unutmayandır: Yahudi hâlâ tanımlanamayan olacaktır. Reformistlerle, tutucular mevzilerine daha da sıkı bağlanacaklardır.
İsrail’de tarihsel çatışma, Yahudiliğin tanımı üzerinden bugün dahi devam edecektir.
Tarih bu çatışmada, yer üzerinin yönetimini de kutsala bırakmak isteyenlerin sorumluluğunu işaret etmekten kaçınmayacaktır.
Kutsal yer üzerini de inşaya soyunduğunda
Spinoza devlete barışı tesis etme görevi yüklediğinde aslında yer üzeri krallığını kutsalın etkisinden de arındırmayı amaçlamıştı. Tarihi, büyük filozof doğru kavrayacaktı.
Schmitt ise kutsal bir görev yüklemişti devlete nerede ise: Devlet savaşacak olandı. Devlet birleştiren olduğu kadar ayırandı ve kaçınılmaz olarak savaşandı.
İlave edildiğinde, gördük ki Yahudilik ve diğer kutsallar da birleştirici ve ayırıcı olacaktı tarihsel süreç içinde. Yahudilikte de kutsala reformcu bir optikten yaklaşanlar birleştirici, muhafazakâr bir açıdan yaklaşanlar ayırıcı olacaktır. Dünyaya açık olanlar, reformcular insanlığı tüm çiçek bahçeleri ile kucaklarken, tutucular kendi ait oldukları grupla birlikte soyutlanmak isteyeceklerdir tüm dünyadan... Kapılarını kapatmak isteyeceklerdir değişik müziklere, şiirlere ve tatlara. Kapanmanın çürümeye yol açacağının biyolojik bir yasa olduğundan habersizcesine, kendi yarattıkları hayaller içinde kendilerinden geçeceklerdir.
Freud’un deyişi ile sahip olduklarını varsaydıkları farklılıklarla kendi ‘narsisist’ yapılarını besleyeceklerdir.
Fanatizmleri de narsisizmlerinden beslenecektir. Toplumsal narsisizmin de bireysel narsisizmin de çürütücü yanları olduğundan, ikisi de tarihin atık kutusundan besleneceklerdir. Ayrıştırıcı olanla narsisist yapı birbirini besleyendir çünkü.
İkisi de köleliğin karanlığını özgürlüğün aydınlığına tercih eden olacaktır.
Bireysel ve toplumsal olarak bu yapı içe kapanık olacaktır. İster istemez kendini beğenmiş olacaktır. Filozof Valéry uyaracaktır: “Narsisist mutlaka karşı taraftan onay isteyecektir. Ama karşı taraf aşağı görülmek istemediği için bu onayı vermeyecektir. İki tarafın da öfke patlamaları kaçınılmazdır bu durumda.”
Büyüyecektir nefret: Ayrıştırıcı olanın öteki ile ilişkisi ancak şiddet yoluyla sağlanabilecektir.
Yer üzeri krallığını kutsaldan Izdevir alıp akla vermeyi öneren Spinoza onun için birleştirici ve şiddet karşıtı olacaktır.
Ayrıştırıcı olan şiddeti kışkırtan olacaktır.
Sonuç
Georg Simmel, dinselin içsel bir ihtiyaç olduğunu, ortadan kaldırılamayacağını ileri sürer. Bu kabul edildiğinde gördük ki, bu ihtiyacın somutlaşarak yer üzeri yönetimine de talip olması tarih boyu şiddet de getirecektir.
Dizinin önümüzdeki son bölümünde bugünün dünyasında bunun olasılığını tartışacağız.
NOT
1) Carl Schmitt, Alman hukukçu, Katolik filozof, siyaset kuramcısı ve hukuk profesörü.
2) Moses Mendelssohn, Aydınlanma Çağı filozofu ve Avrupalı Yahudilerin aydınlanması olarak bilinen Haskala’ya giden yolu açan düşünür.
3) Gotthold Ephraim Lessing, Alman yazar, filozof, gazeteci ve Alman Edebiyatının ilk önemli eleştirmenidir. Aydınlanma Çağı’nın önde gelen temsilcilerindendir.
4) Georg Simmel, Alman Sosyolojisinin kurucularından Alman sosyolog ve filozof.
ŞAŞKINLIK ÜZÜNTÜYE YOL AÇTIĞINDA…
Nedenini bilmediği ve içinde yer almadığı bir olaydan sorumlu tutulduğunda üzüntüsü şaşkınlığını izleyecektir insanın… Ne yapacağını bilemeyecektir. Tedirginliği bütün bir ruh dünyasını kapsayacaktır.
Aynı tahlil toplumlar için de yapılabilir. Bu toprakların en eski yerlilerinden Yahudi, bugün bu ruh hali içerisindedir. Neden, niye sorumlu olduğuna dair hiçbir bilgisi olmadığı küresel gelişmelerden sanki sorumlu tutulmaktadır.
Hâlbuki kendisinin, dünya politikasının ihtiraslı denizlerinde kulaç atmaya ne niyeti vardır ne de bir elin parmağını geçmeyen sayısı ile gücü vardır.
Spinoza, devleti birleştiren ve özgürlük tesis eden olarak tanımlar.
Bu toprakların Yahudi’si bu ülkede böyle bir politik düzende yaşadığını düşünmektedir ve onu beklemektedir. Endişeden uzak, yine Spinoza’nın tanımı ile ‘neşe’ içinde, güvenlik içinde yaşamak istemektedir.