1492 yılında, Yahudiler İspanya’yı terk etti… Giderlerken, altın ve gümüşlerini orada bırakmak zorunda kaldılar ama, neyse ki, İspanyol dilinin tüm zenginliklerini yanlarına almalarına ses çıkaran olmadı.
Bunun tersi olsaydı (yani dili bırakıp altınları götürselerdi) daha mı iyi olurdu, bilinmez… Ve zaten bu seçenek kendilerine sunulmuş değildi… Onlardan istenen, Hıristiyanlığı kabul etmekle sürgün edilmek arasında seçim yapmalarıydı… Kimisi vaftiz olup ülkede kalmayı seçti, kimisi yola koyuldu… Altın ve gümüşler de, Kraliyet himayesine (Ferdinand ile İsabella’nın kasasına) girdi.
Ortalıkta kendilerine yeni bir vatan arayan yüz binlerce mülteci varken, Avrupa ülkelerinin olaya seyirci ve duyarsız kalmaları beklenemezdi… Kollar sıvandı… Sınırların sıkı sıkıya kapalı olduğundan emin olundu…
Sığınma olanağı, başında taç yerine sarık taşıyan bir hükümdardan geldi. Osmanlı Sultanı 2. Bayezid, büyük memnuniyetle Yahudileri ülkesine kabul edeceğini duyurdu.
Yahudilerin yanlarında getirebilecekleri tek servet İspanyol dili değildi. Onları Osmanlı topraklarına taşıyacak tüm korsanların çalamayacakları bir servet daha taşıyordu Yahudiler… O da, İberik Yarımadasındaki bin yıllık serüvenlerinde edindikleri ticari, bilimsel ve felsefi birikimleriydi.
Yahudiler, yüz yıl öncesine, 1391 yılına kadar İslam egemenliği altındaki Endülüs’te ‘altın çağlarını’ yaşamış, bilim ve felsefeye kuşkuyla bakılmayan bu aydınlık ülkede, Araplar da, Yahudiler de değerli devlet, din ve bilim adamlarını, şair ve filozoflarını yetiştirmişlerdi.
Bu altın çağ, 1391 yılında, İspanyolların Endülüs’ü geri almalarıyla sona ermişti… Araplar, Kuzey Afrika’ya gitmek zorunda kalmışlar; gidecek yerleri olmayan Yahudiler ise, kışkırtılmış Hıristiyan kitleleri karşısında korumasız kalmışlardı. O güne kadar, işledikleri suçun farkında olmayan “İsa Düşmanları” sert biçimde cezalandırılıyordu.
Misyonerler, Yahudileri ikna etmek için tüm yaratıcılıklarını kullanıyordu… Örneğin, arkalarına elleri kırbaçlı güruhlar alıp sinagogları kuşatmak, görkemli teolojik gösteriler düzenlemek gibi… Bu gösterilerde hahamlar, Yahudi dinini inkâr edip Hıristiyanlığa dönmüş biriyle tartışmaya zorlanıyordu. Engizisyonun sert bakışları altında Yahudilikle Hıristiyanlık ‘özgürce’ tartışıyor, selametin hangi dinde olduğu ortaya çıkarılmaya çalışılıyordu.
Özet olarak, Yahudilerin durumu şuydu: Bir kısmı, bütün sıkıntılara karşın Yahudi kalmakta ısrar ediyor; bir kısmı, dinsel inanç ve ibadetlerini gizlice sürdürüyor; Yahudiliğin getirdiği sıkıntılardan bıkıp da içtenlikle ana topluma asimile olmak isteyenlere de, er ya da geç, Yahudi oldukları anımsatılıyordu.
Yetkililerin inandığı şuydu ki, dönmelerin yanı başında Yahudi varlığı sürdüğü müddetçe, Yeni Hıristiyanları yola getirmenin yolu yoktu. “Katolik Kralların” öngördüğü nihai çözüm, Hıristiyanlığa dönmeyi kabul etmeyen Yahudilerin sürgün edilmesiydi.
Yahudilerin tümünü katletmek, Ortaçağ karanlığındaki İspanya krallarının aklından geçmemişti… Böyle ‘parlak’ bir fikrin akla gelebilmesi için, aydınlanmış bir Almanya’da olmak gerekecekti.
Sorun çözülmüş, İspanya’da Hıristiyan olmayan kimse kalmamıştı. Portekiz’deyse, kral önce kripto-Yahudileri korumuş ama, tarih tekrarlanıp, “Yusuf’u tanımayan yeni bir firavun” tahta geçince, Engizisyonun baskıları şiddetlenmişti.
Bu dayanılmaz koşullar, 16. yüzyılın sonuna kadar sürdü. 17. yüzyılın dönemecinde, ‘Yeni Hıristiyanlar’ için bir umut ışığı belirdi. Venedik ve Livorno prensleri, bu insanların kentlerine gelip atalarının dinini özgürce uygulayabileceklerini duyurdular.
Sınırlar açılıp, gitmelerine izin verildiğinde, 100 yıl önce Osmanlı topraklarına sığınan Sefarad (İspanya) Yahudilerinin yeğenleri, Venedik, Livorno, Altona ve Hamburg kentlerine göçe başladı.
Sefaradilerin becerilerini hafife almayan kentlerden biri de, Londra idi. Örneğin, Kraliçe 1. Elizabeth’in başhekimi Roderigo Lopez adında bir İspanyol Yahudi’siydi.
Bir Yahudi hekim için kraliyet doktoru olmak, şerefli olduğu kadar riskli bir meslektir… Nitekim bu şanssız adam, günün birinde Kraliçe’yi zehirlemeye teşebbüs etmekle suçlanarak, idam edildi.
Londra’da esen Yahudi aleyhtarı hava, Shakespeare’e ilham vermiş, kentin ünlü şairi, sevimsiz bir Yahudi karakter içeren bir oyunun iyi iş yapacağını düşünmüştü. Eski kurt yanılmamıştı: O sezon Londralılar, Yahudi ‘Venedik Tacirini’ aşağılayan, lanetleyen, acımasız ırkçı oyuna giderek hoşça vakit geçirdi… Düşündürücü olan, bu oyunun hâlâ ‘iş yapması’, edebi değeri vasat olmasına karşın, yazarın en çok tanınan yapıtlarından olmasıdır.
Neyse ki, Venedik Taciri, hayali bir kişilikti ve Venedik halkı, kendi Yahudi tacirlerine hak ettikleri saygıyı gösteriyordu.
Ve nihayet Amsterdam… Avrupa’nın bu parlayan yıldızı, Yahudilere tüm hak ve özgürlükleri sağlamış, Yahudiliğe diğer dinler karşısında eşitlik tanımıştı. “Her ülkenin hak ettiği Yahudileri vardır” sözünü doğrularcasına, Hollanda, 17. yüzyıl Yahudi diasporasının kaymağını barındıran ülke konumuna gelmişti.
Portekiz ve İspanya’dan gelerek Hollanda’ya sığınanlar arasında, sevgili dostum Baruh (Bento) Spinoza’nın anne ve babası da bulunuyordu.