Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü takiben, Türkiye Cumhuriyeti kendi yaşam tarzını laik toplum modeli uyarınca şekillendirdi ve bu subaylar tarafından da benimsendi. Kaderci Osmanlı mirası hemen terkedilmeliydi ve modern dünyaya olan mesafemiz devletin altı ilkesi aracılığıyla kapatılmalıydı. En azından Osmanlıların Tanzimat reformları ile beraber Avrupa kültürünü temel alan bir aydınlanma dönemine girdiklerini biliyoruz. Bütün topluma nazaran, küçük bir grup olsalar dahi, modern dünya için hazırdılar.
Osmanlı İmparatorluğunda geleneksel kültürün önemli sembolü din idi. Günlük yaşamın tüm uygulamalarına hakim olan bütünlükçü anlayış ayrıcalık kabul etmeden tüm toplumu kontrol altında tutmak isteyen dini mekanizmanın alanıydı. Bu kontrol mekanizması içindeki kültürel uygulama, bireyciliği devreden çıkarıp, dini atmosferin ötesinde, batıl itikatlara dayalı olarak kişiliklerin yaratıcılığını asgari seviyede tutmaktaydı. Mardin’e göre, İslamiyet’in getirmiş olduğu ‘ümmet’ fikri, insanları birbirlerinden farksızlaştıran bir yaklaşımdır. Yani, camide namaz kılınırken, cemaati oluşturan insanlar arasında asla fark gözetilmez: İslam’da ibadet yükümlülüğü, emir, fakir, zengin, kul, asker, ulema farkını tamamen ortadan kaldırır. Allah karşısında herkesin eşit olduğu fikri, hem İslamiyet’in en kapsayıcı öğesi, hem de İslam toplumunu birbirine bağlayan harcıydı. Ancak, ümmet toplumundan ulus toplumuna geçişin sancılı sürecinde, eski ahlaki değerlerin dini alanı, eski işlevselliğini yitirir çünkü modern bir toplumda ahlaki değerlerin kaynağı dini emirler ve yasaklar değil, inanç özgürlüğüdür.
Medyadan önceki medyanın baş aktörü olan Tanzimat romancısı, içinde yaşadığı toplumu; dili, yaşayışı, kültürü, gelenek ve görenekleri, hayata bakışı ve algılayışı gibi tüm resmi ana hatlarıyla göstermeyi ve bu yolla da halkın içinde yaşadığı dünyayı yine halka göstererek onu eğitmeyi kendisine şiar edinmiş bir öncüdür. Kendi deyişiyle ‘Hace-i Evvel’ (başöğretmen) olan Ahmet Mithat Efendi’nin romanlarının en önemli özelliklerinden biri de budur. Ahmet Mithat Efendi, tüm Tanzimat romancıları gibi, toplumun içinde yaşadığı dualizmi yarattıkları zıtlıklarla, natüralist tonlarda, toplum eleştirilerini mizahi yollarla yaparak ve mahalle halkının özellikle kadınların günlük konuşma dillerini ve inanç hayatını romana dâhil eder. Tanzimat romancıları, geleneksel anlatı formlarından hiç kurtulamadıkları için olağanüstü olaylar, siyah ya da beyaz zıtlığında kişilikler yaratmaktan da pek kaçınmazlar. Ama en istekle dolu oldukları taraf batılılaşmayı, pozitivizmi, modernliği halka anlatmak; daha da ötesinde bazı romancılar için ise bunları halka benimsetmektir.
Osmanlı toplumunu, Sultan II. Mahmud döneminden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar iki gruba ayırmalıyız: Reformcular ve gelenekselciler. Reformcular, Avrupa mitosunu evrenselliğini sadece teknolojik üstünlüğe değil, aynı zamanda gündelik hayattaki adaba ve kültüre de atfediyorlardı. Bu tarz bir tavır, reformcuları gelenekselcilerden uzaklaştırıyor ve reformcuları evrenselliğe karşı yerel bir kültürün temsilcisi olarak korumuştu. Geleneksel Osmanlı hayatının dini öğeleri kaderciliğe dayalıydı ve içsel bir derinliği vardı. Kurumsallaşmış Ortodoks Sünni İslam’ın, öteki deyişle “yüksek İslam”ın; Orta Asya kökenli karışık inançlarının göçebe yapılarına uymadığını farkeden; şehir medeniyetinin dışında kalan Türkmen aşiretleri, köylüler ve seçkin olmayanlar; Sufiliği, yani Heterodoks İslam’ı ve kendi içinde kurumsallaşan tarikatları İslam’ın vazgeçilmez ve toplumsal hayatın normlarını ortaya koyan bir “halk dini” haline getirdiler. Ülken’e göre, tarikatlar gerçekte olması gerektiği biçimde katı öğreti, ibadet ve riyazet biçimlerini benimsetmek yerine, halk İslamı’nı ve toplumu, evliyalara tapınan, mütevekkil, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilahi bir gazap sonucunda battığına inanan ve batıl itikatların kucağında yaşayan bir insan topluluğunun inanç biçimine dönüştürdü.
Ancak bugünün dünyasında bunlara asla yer kalmadı. Alanlar daraldı ve inançlar kişiye özel adeta salatanıza ne istersiniz kıvamında bir duruma dönüştü. İlahi gazaplara, dinsel baskılara, dinin akla hayale gelmeyecek kadar anlamlı anlamsız hayatın en derin noktalarına kadar dayatılmasına lüzum yok. Olmuyor da… Bugünün insanı artık Tanzimat, Islahat ve benzeri tüm tarihsel dönemeçleri aştığından, nehirler de geriye değil ileriye aktığından, artık özgür irademizin sesini dinlemenin, hatta dinlemek ne kelime, onun gerekirse gazabına uğramanın zamanıdır derim.