Malum deyimi biraz değiştirdim. Birazdan sebebini anlayacaksınız.
Efendim, kulunuz daha çocukluk yaşlarında iken kahve ile haşir neşir olmaya başladı.
İlk görevim kahveyi el değirmeniyle öğütmekti. Çok hoşuma giderdi. Hatta bir ara ağabeyimle bu yüzden kavga bile ederdik. O da aynı şeyi yapmak isterdi. Bu işi yaparken ortaya yayılan koku sarhoş edici, çekirdekler kırılırken çıkan ses bir ritim aleti kullanmaya benziyordu. Kısaca şahane bir oyuncaktı.
Birkaç yıl sonra, 14 veya 15 yaşlarında idim, kahve kuyruğuna girme işi bana yüklendi.
Migros yeni kurulmuş, bir nevi seyyar bakkallık yapan kamyonlarıyla, belli noktalarda durur ve satış yapardı. İşin ilginç yanı kahve yalnız onlarda bulunurdu. Ancaaak, 100 gramlık kahve paketi tek başına satılmıyordu. 100 gramlık kâğıt poşet, bakliyat, peynir, pirinç, vs ihtiva eden bir kolinin içindeydi. Yani kahveye ulaşmak için tüm paketi almanız gerekirdi. Buna rağmen, klasik müzik gibi çalan araç klaksonunu “mi mi la la - mi mi la la” duyar duymaz mahalleli hemen koşuşturur kuyruğa girerdi.
Kahve sorunu bir türlü çözülemiyordu. Yurt dışına yavaş yavaş çıkılmaya başlayınca artık herkes dönüşte çiğ kahve getirmeye başlamıştı. Ama gelin görün yurt içine giriş yaparken gümrükçüler bavullarda çantalarda çiğ kahve aramaya başladı. Zira yarım kilodan fazlası ile giriş yapmak yasaktı. Ona da çare bulduk. Aynı uçakta bulunan bazı yolculara rica minnet birer paket dağıtmaya başladık. Gümrükten çıkarken de bu paketleri toplardık.
Bütün bu zahmetlere katlanan bendeniz, 26 yaşına gelinceye kadar kahveyi ağzıma koymamıştım. Hatta tüm aile, akraba, taallukat, eş dost kahve içerken sadece çay içerdim. (Bazen davetli olduğumuz yerde çay istediğim zaman, sevgili eşimden ya bir dirsek ya bir tekme yerdim. O zamanlar henüz daldırma çay keşfedilmemişti.)
İşte o yaşımda iken, yani tam 50 yıl evvel, bir gece kayınvalidenin evinde bir davete icabet ettik. Yemekler yendi, tatlı servisi de bitti. Sonra salona geçtik. Kahve faslına sıra gelince kayınvalidem herkese “Kahveyi nasıl içersiniz?” diye sormaya başladı. Sevgili eşim derhal gözlerini bana çevirdi. Anlamıştım, “sakın ola ki çay söyleme” ikaz ediyordu… Bende ona nispet, nazik bir şekilde ve ekseriyete uyarak, orta kahve söyledim. Bakalım neymiş bu kahve diye içimden geçirmeye de başladım.
Kahveler geldi. Herkes kahveyi aldı ve nezaketen (kayınvalidenin başlaması gerekirdi) belki de biraz soğumasını beklemek için, fincanı önündeki masaya koydu. Fakat kulunuz hemen içmeye başladı ve daha kimse başlamadan kahvem bitmişti. Tadı pek hoşuma gitmemişti. Ama önemsemedim. Zevkler ve renkler gerçekten tartışılmaz diye düşündüm.
Yanımdaki baş konuk tam o sırada kahvesini eline aldı ve içmeye başladı veee o andan itibaren kıyamet koptu. Aynen ve Fransızca aktarıyorum: “Quel genre de café c’est ça”? (Bu ne biçim kahve?) diye bağırıvermez mi? Kayınvalidenin halini görmek lazımdı. Kıpkırmızı olmuş, ter basmıştı. Titreyerek fincana uzandı, yudumladı ve ağzından şu kelimeler döküldü: “Ah mon Dieu! J’ai mis du sel au lieu de sucre!” (Tanrım! Şeker yerine tuz koymuşum!) Salona sessizlik çökmüştü. Birden bana dönüp, “Mais vous, pourquoi vous n’avez rien dit?” (Ama siz niye bir şey demediniz?) Kabak benim başıma patlamıştı. Kahveyi ilk defa içtiğimi söylesem, kimse inanmazdı. “İyi tat almıyorum” desem onu da yutmayacaktı. Sonunda ezilip büzülüp, özür diledim ve sustum.
Kahve ile tekrar barışmam uzun yıllar sürdü. Ancak her ihtimale karşı hep ‘sade’ içiyorum…
Önemli Not:
Belki sizler de okudunuz. Son günlerde kahvenin zararlı olabileceği hakkında ‘ilmi’ haberler çıkmaya başladı. Kulunuza göre, tuzla şekeri karıştırmadığınız ve aşırıya kaçmadığınız sürece (ki bu her gıda için geçerlidir) hiçbir mahzuru yok. Aşık Dertli’den esinlenerek, şu mısraları dizdim:
“Kahvedir bunun adı
Rio’dan gelir hamı
Kavurmadan alır tadı
Bre Allah’ın şaşkın kulu
Zarar bunun neresinde?”