Bayılırım psikoloji bilimine, tabii sosyolojiden de bir o kadar hazzederim. Bunların yolundan dünyaya bakmayı şiar edindiğimi söylemeliyim. Nereden bakarsanız bakın toplumları anlamanın yolu bu ikisinden geçer. Önce bireyi sonra toplumu anlamak, tabii içinde yaşadığımız Türk toplumunu dünyada yaşanan dalgalanmalardan ayırmak imkânsız. Biz de dünyada ne olursa olsun hemen aynı hızla etkileşimdeyiz. Geçmişte de böyleydik. Bugünlerde sonuçlanan seçimlerden bağımsız olarak ortada hep duran bir konu var. Bugün de geçmişte de hep sağ partiler Türkiye’de iktidara geliyor. Dünyada böyle olmadığında bile buralarda böyle, böyleydi.
Dinsel ve tarihsel bağlamında bir iddiayı temellendirmeden sözler havada asılı kalır. Türk toplumunda İslam dini geniş kitlelerce kabul edilmiştir ve Türk insanı, psikolojik dünyasını ciddi anlamda etkileyen inanç bilgileriyle donatılmıştır. Bunlarda biri örneğin insanın omzunda olduğu ayetlerce ifade edilen günah ve iyiliklerini yazan meleklerden soldakinin kötülükleri kaydettiğine inanılmasıdır. Gelin de büyük kitleleri solun iyi bir şey olduğunu anlatın. Kurtuluş Savaşı’nı kazanmak için Anadolu’da canının dişine takıp çalışan Atatürk’e, taze destek yine taze bir ülkeden Sovyetler Birliği’nden gelmişti. Burnunun dibinde kapitalist düzenin, bu bloğun en şaşaalı Avrupalı ülkeleri tarafından dayatılmasına dayanamayan sosyalizmin, Çarlık Rusya’sından bağımsızlaşmış Sovyetler’in solun doğal temsilcisinden gelen bu büyük destek bile Türk halkının sola duyduğu antipatiyi yenememiştir. Ayrıca bu yardımı yaparken Sovyetler’in Türkler belki günün birinde bize benzer bir toplumsal düzen kurarlar hayalleri de oldukça etkilidir. Tarih maalesef hepimize 1989’dan sonra sol düzenin çöküşünü izlettirmeseydi, bugün insanlığı refaha, sağlığa ve bilime ulaştıracak yollar bu denli tıkanmamış hissedebilecektim ama bugün içinde yaşadığımız distopyalar çağından çıkışta tek bir sistem var elimizde: çürümüş global kapitalizm ve işte ortada duruyor büyük söylem: ‘izm’ler çöktü, yolculuk nereye?
Türkiye’de bütün bunlardan uzak, duyarsız kalamıyor ve kalamaz tabiidir ki. Tarihte yolculuğa devam etmek istiyorum ki bu zamanda yolculuk yapmaktan da farklı değil. Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Türkler, 20. yüzyılın ilk çeyreği de imparatorlukların yıkılışına, ulus devletlerin kuruluşuna tanıklık etti. Ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti gençti ama tecrübeliydi. 1923’te kurulduğunda, kurucularının aklında da dilinde de “Köylü milletin efendisidir” güzellemesi vardır. Ama elinde köylüden, çiftçilikten, tarımdan başka hiçbir şeyi olmayan sosyolojik anlamda neolitik çağda kalmış bir karmaşık insan kitlesini harekete geçirecek, onlara uğrunda savaştıkları ülkede güzel bir gelecek yaratacaklarına dair umut aşılamak şarttır. İcat çıkarmak iyidir, zaten aslında kurucu babalarımızın da bu konularda ciddi tarihsel hazırlıkları vardır.
1950’lerden başlayarak Türkiye’nin ve Avrupa’nın büyük kentlerine ve oluk oluk insan adeta görünmez bir savaştan kaçarcasına geldiler. Kentler bu inanılmaz yoğun ve baş döndürücü değişime, 40’lı yılların ‘köylü efendilerine’ çaresizce kapılarını sonuna kadar açtı. Efendi denilerek kandırılmış; fakirlikle, yalnızlıkla, itilmişlikle, beğenilmemişlikle, baş başa bırakılmış bu yığınlarla insanımız büyük kentlerin görünmez dişlileri, küresel kapitalizmin çarkları arasında kendi hallerine terkedildiler. Tek-parti döneminin halkçı söylemine karşın, yönetici sınıf için halkçılık tamamen sözde kalıyordu. Bir başka deyişle, Kemalist iddiaların tersine, CHP’nin halkçılığında, seçkinlerle halk arasındaki ayrımın korunması esastı. Bugünlerde sık sık anımsadığımız, anımsattığımız Köy Enstitüleri pratiği ise belki de ilk defa var olan söylem çerçevesinde de olsa halkçılığı propagandadan pratiğe taşımanın işaretlerini veriyordu. Bir köylünün Enstitü öğretmen ve öğrencilerinin kendilerine yaklaşma biçimi hakkında söyledikleri bu bağlamda anlamlıdır:’ Bak, bugüne kadar hiçbir memur sizler gibi bize gelip bir şey söylemedi. Onlar bizi adam yerine koymazlar. Ayaklarına çağırırlar, emir verirler ya da jandarma gönderirler. Demek bizim de adamlığımız varmış. İşte sizler gösterdiniz (İnan, 1988: 196). Dedim ya bayılırım Psikolojiye diye işte yine beni yarı yolda bırakmadı. Buralarda yani işte 1950’lerde “Yeter Söz Milletindir!” sloganıyla iktidara gelen ve Türkiye’de sağ söylemin sözcülüğünü üstlenen siyasi partiler, söz hakkının millete geri verilmesi gerektiğini savundular ya da o iddiada oldular. Söz, sahibinindi tıpkı köylünün milletin efendisi oluşu gibi. İyi bir damar yakalanmıştı ve son 70 yıldır tüm retorik yani söyleme sanatları bunun üzerinden yapılmaya devam ediyor. Demokrat Parti’nin, Marshall Yardımlarıyla yani kapitalizmin ağababası Amerika ile yaptığı yardımlaşmalar, karşılıklı uygunluklar nedense hep gözardı edilir. Ne yapsaydık yani, başka yol mu vardı şeklinde yine 70 yıldır yapılan ve kamplaşılan türlü tartışmanın kısırlığı da ayrıca ortadadır. Ama sağ partiler hep halkçıdır, çünkü bir kere bayrak, slogan kaptırılmıştır; söylemlerin içi doldurulamamış, yığınlar kaderlerine terk edilmiştir Tek Parti tarafından. DP ideolojisi için Bayar ise şöyle bir açıklamada bulunmuştur. “Batılılaşma artık devletten millete doğru değil, milletten devlete doğru gerçekleşmektedir.” DP’nin üzerinde yükseldiği toplumsal zeminin sosyolojisini yansıtıyordu.
Bu satırları okuyanlardan bazıları bana kızacak; belki de övdüğümü düşünecekler bir şeyleri ya da yerdiğimi yine başka bir şeyleri. Aslında amacım ikisi de değil, amacım yol bulmaya çalışmak, bir çıkış yolunun kapısını aralamak. İnsan psikolojisinden toplum sosyolojisine giden yollar çok ama çok dikenli, çok anlaşılmaz ve kalabalıkları yakalamak ya da kaybetmek ‘an meselesi.’