“Hiçbir şey bilmeyen bir zavallı doktorum ben.” Voltaire
Bildiğini sandığı şeylerle karşılaştığında irkilebilecektir yine de insan.
İki haftadır bu satırların yazarı için yazılanların (daha doğrusu yazılmaya çalışılanların) kimilerine göz attıkça, benzeri bir duygudan kaçınmak mümkün olmayacaktır. Aşağıdaki tespitleri bilse bile kimi yazılanlardaki içeriksizlik ve seviyesizlik karşısında şaşkına dönecektir.
Şöyle ki; inandığından kuşkuya düşse ve yanıldığını görse bile insan kendini haklı görmeye devam edebilecektir. Bilişsel sınırlarından dolayı insanlar ancak tesadüfen doğru sonuçlara varacaklardır. Bu durumda akıl ile değil, sezgi ve duyguları ile dış dünyayı kavrayacaklardır. Bu da onlara doğal ve doğru gelecektir. İnsan, zihnine takılı kalan en çarpıcı betimlemeleri, kendisine daha zor gelecek olan derinliğine araştırma ve tahlil yapmaya tercih edecek, onu gerçek sanacaktır, hatta öyle olmasını tercih edecektir. Gerçekliğin kısıtlı bir bölümünü, onun tümü zannedecek ve buradan yanlış bir değerlendirmeye, sonuca gidecektir.
Ayrıca özellikle küçük cemaatlerde (community) yaşıyorsa, ortak düşünce ve söylemlere aykırı düşme endişesi ile genel geçerin çizgisinde düşünce yürütmeyi tercih edecektir.
Spinoza (yapılan eleştirilerden birinde vadesi geçtiğinden bahsedilen filozof!), tam da bu nedenlerle, insanların ortalama olarak yetilerinin söylenenleri ilk defada kavramaya elverişli olmayacağını, bundan dolayı özgürlüğün ve özgürce durmaksızın tartışmanın gerekliliğine işaret edecekti.
Bu satırların yazarı bunları ve insanların genel olarak kabaran duygu selinin çekiciliğini, uzun, zahmetli ve önyargısız bir araştırmaya tercih edeceklerini bilse bile bu ruh halinin neden olduğu saldırganlık ve seviyesizlik karşısında üzülecektir. Ve hep dediği gibi ‘entelektüelsiz’ kalmış bu toprakların insanı ve Yahudi’sinin, batıdaki benzerleri ile aynı seviyeye gelmek için ne kadar yol alması gerektiğini düşünecektir. Benjaminlerin, Baumanların, Adornoların, Kafkaların, Marxların dünyasında yer almamanın rahatsızlığını dahi bu toprakların Yahudi’sinin niye duyumsamadığını anlamaya çalışacaktır hep.
Yine de halkın değil, ona yol göstermeye kalkanın bundan sorumlu olduğunu bildiğinden, onların cehaletinin ve ‘düşünme metotlarından’ habersizliklerinin, kışkırtıcılıklarının yol açabileceği nezaketsizliği ve saldırganlığı hayretle izleyecektir.
Bülent Ecevit düşecektir aklına o zaman. Yaşamının ağır hastalıklarla dolu döneminde (çeşitli nedenlerle), her sabah “Ecevit öldü” haberleri çıktığında bir gazeteci soracaktır ona ne düşündüğünü... Eski Başbakan adeti olduğu üzere büyük bir nezaketle yanıtlayacaktır; “Ölmemi temenni edenlere esenlikler ve uzun ömürler diliyorum.”
Bu satırların yazarı da izlemeye çalışacaktır Ecevit’i; beddua, küfür ve hakaretlerin yukarıda anlatıldığı nedenlerden kaynaklandığını bildiğinden onlara, düşüncenin getirebileceği sükûnet dolu bir ömür dileyecektir.
Bununla birlikte Voltaire’in dediği gibi susmayıp, vazgeçmeyip irdelemeye çalışacaktır bu garip dünyada olup biteni. “Düşünmezse ve eyleme geçmezse bu dünyaya gelmenin anlamsız olduğunu” bilenlerdendir en azından. Öncelikle ait olduğu büyük insanlık toplumuna, sonra onurla taşıdığı kimliğine borcu ve bilim insanı olmanın ona yüklediği görevler vardır. Gücü yettiğince bunları yerine getirecektir. Özellikle gençlere, şimdiye kadar yaptığı gibi, var oluşun erdemini aklı yettiğini anlatacaktır. İnancın eksik yanlarını, özgürlüğü ve çoğulcu düzenin albenisini öğretecektir. Bildiği kadarı ile Descartes’ın ‘düşünce metotlarını’, Spinoza’nın var oluşu anlamlandırma yöntemlerini öğretecektir.
Tekrar etme pahasına, sadece aklının yettiği kadarı ile yapacaktır bunu. Çünkü büyük Voltaire’in dediği gibi, “O da hiçbir şey bilmeyen bir zavallı doktordur” nihayetinde.
Bunun için önce kendisine kimi disiplinlerdeki bilgi eksikliğini tamamlamasını tavsiye eden değerli sütun komşusunun tavsiyelerini dinleyip, bu işe giriştiğinde dahi yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı bilecektir ki, eksikleri büyük olacaktır.
Zihnin fiziksel sınırlarından dolayı saf ve mükemmel bilgiye erişemeyeceğinin bilincindedir. Kuşku ile bakacaktır onun için her şeye uzunca bir zaman. Hakikatin hemen ve şimdi ellerinde olduğunu iddia edenleri ve onlara inananları şaşkınlıkla izleyecektir.
Ve yine emindir ki, tüm tavsiyeleri yerine getirse hatta yine değerli eleştirmenlerin önerdiği gibi “hukuku öğrense!” bile, hakikat bir ufuk çizgisinden ibaret kalacaktır bütün bir var oluş süresince.
O da olsa olsa ona ulaşmayı deneyecektir.
Bir ömür boyu sürecek bu arayışın bitmeyeceğinin bilincinde olacaktır.
Tam da bu nedenlerden dolayı İsrail sağının bir kısmının ‘düşünce’sizlik dünyasında dile getirilen, “aşırıda yer alıyoruz çünkü hakikat aşırıdadır ve biz onu bulduk,” önermesine hayretle bakacaktır.
Acaba büyük Yahudi bilgesi Martin Buber’i de okumadılar mı diye düşünecektir.
Çünkü kimi değerli jeopolitik uzmanı eleştirmenlerden, devlet yönetiminin ‘hakikat’ arayışı ile bir ilişkisi olmadığını öğrense bile, Buber’den aldıklarını unutamayacaktır. Demektedir ki bilge, “İsrail evrensel hakikat arayışının misyoneri olmalıdır.”
Anlaşılamayan, anlatılamayan
Bir yapıtın en büyük düşmanı, onu ya okumayan ya anlamayandır.
Eleştiri, yazarın pusulasıdır. Bunun gerçekleşmesi ise eleştiriye soyunanın, yazarın dünyasını kavraması ve yazının iç örgüsünü, temel problematiğini tespit etmesidir. Ardından yazarın kişiliğinin değil, bilimsel yöntemler içinde tutarsızlıklarının belirtilmesidir.
Bu satırların yazarı, yapılan (yapılmaya çalışılan) eleştirilerde bunu görememiş ancak hareket noktalarını sezinleyebilmiştir.
Oradan yola çıktığında tespit etmiştir ki, eleştirenler ve sövenler Yahudiliği ve İsrail’i epistemolojik açıdan birbirinin aynısı olarak algılamaktadırlar. Ardından yetinmeyip, İsrail’i ve Yahudiliği de salt kendi anlayışlarından ibaret homojen bir bütün olarak görmektedirler. Böylece İsrail sağını da dinci, milliyetçi, fanatik katmanları ile siyasi toplumsal düzeyde tüm İsrail ile özdeşleştirmektedirler.
Bu satırların yazarı, her zamanki tezleri ile uyum halinde, bütün tarihsel ve sosyolojik oluşumlar gibi Yahudiliğin de tek bir perspektifte değerlendirilmesinin bilimsel açıdan yanlış olduğunu ileri sürecektir.
‘Homo türlerinin’ bile en az altı tane olduğu bilinen bu yer üzerinde tekil bir kimliği savunmak açıktır ki bilim ve akıl dışı bir yaklaşım olacaktır.
Söylenenlerden yola çıkarak bu sütunlarda, ‘humanitas’ın içinde spiritüel misyonunu unutmayan, dışa açık bir Yahudiliğin övgüsü yapılmaya çalışılmaktadır. İsrail’de, batıda ve ABD’de bu farklılıklar içinde Yahudiliği anlama ve kavrama arayışları çoktan mevcuttur. Bu topraklar üzerinde böyle bir arayışın olmaması ise bir talihsizliktir.
Bu doğrultuda Buber’den devam etmek, gerekli ve zihin açıcı görülecektir.
Şöyle yazacaktır Yahudi bilge: “Tanrının istediği ve İsrail halkına yüklediği görev, onun (evet Tanrının, Tanrıya ait) topraklarında adil bir toplumsal düzenin kurulmasıdır. Her düzeyde hakiki, gerçek (jeopolitik öncelikli değerli arkadaşlara duyurulur) bir toplum kurulmasıdır. Gerçek bir komşuluk kurulmasıdır.” (Buber bölgedeki diğer halkların ötekileştirilmemesi gereğinin altını çizmektedir.)
Buber devam edecektir, “Hakiki komşuluklar, gerçek, adil yerleşimler, hakiki bir toplumun kurulmasını sağlayacaklardır. Ancak böyle bir toplum gerçek bir ulus oluşturmanın temel dayanağını sağlayabilecektir. Ancak bu şekilde, hakiki bir yaklaşım içinde, diğer halklarla (ötekileştirilmeyenlerle) verimli bir barış tesis edilebilecektir. Gerçek bir halk her tarafa büyük barış ışığını ve aydınlığını getirendir.”
Halk bu amacın uğrunda ancak gerçek olur.
Değerli jeopolitik uzmanlarına Buber sormayacak mıdır bu durumda; “Kutsal toprağı, hakikatin arandığı yer haline getiremezseniz, ona nasıl layık olacaksınız?”
Buber’den hareketle soruya devam edilebilecektir. İçeride ve dışarıda hakiki bir yaşam aranmayacaksa ve bunun gerektirdiği radikal zihniyet değişimlerine gidilmeyecekse, büyük insanlığın serüvenine nasıl bir katkısı olacaktır Yahudi insanının? Ricardo, Kolomb, Spinoza ve niceleri ile yaptığı büyük katkıyı nasıl devam ettirecektir?
İnsanlığın bilinmeze doğru büyük serüveninin yaşamsal risklerle dolu olduğu bugün, Yahudi gerçek yerini almalıdır. Yine Yahudi düşünürler Anders’in de Jankélévitch’ın de uyardığı gibi, “gelebilecek olan gelmeden” bu büyük görevi yüklendiği zaman, kutsal topraklar misyonuna uygun davranabilecektir.
Pascal (bu da eski bir filozof!), “Gerçek bir uçta değil ikisindedir. İkisine de dokunduğunuzda değeriniz artar” diyecektir.
Buradan yola çıkarak dilenir ki; tüm değerli dostlarımız hakiki ve asıl olanın uğrunda mücadeleye koyulurlar.
Zor iştir gerçeğin ve özgürlüğün bayrağını tüm insanlığa taşımak. Bununla birlikte, tarih boyu ötekileştirilen, ancak bu yolla bunları hak etmediğini anlatabilecektir insanlığa.