Filozofluk mesleğinin tipik bir örneği de, Sokrates’ti kuşkusuz… Bildiği tek şeyin, “hiç bir şey bilmediği” olduğunu söylüyordu.
Tabii ki, Sokrates’in tek marifeti hiç bir şey bilmemek değildi… İkinci bir hüneri daha vardı Sokrat’ın… O da, bildiklerinden hiç kuşku duymayan, çok iddialı çağdaşlarının da, fazla bir şey bilmediklerini kendilerine göstermekti.
Sokrates’in zamanında da -şimdi olduğu gibi- insanların zihinlerini kurcalayan bin bir soru vardı. Bu soruların bir kısmı, pratik sorulardı: “İhtiyaçlarımı daha az çalışarak nasıl karşılarım?” “İnsanın ömrü nasıl uzar?” vb gibi… Bu sorular, akıl ve bilimin alanına girdiği için, antik çağlarda verilmiş olan yanıtlar, bugün artık geçerli değil… Bilim onları çoktan gözden geçirmiş durumda.
Zihinleri meşgul eden soruların bir bölümü ise, metafizik sorular: “Bizi kim, hangi amaçla yarattı?” “Hangi ‘değerleri’ benimsemeliyim?” vb gibi… Dürüst ve kendini aldatmayı sevmeyen bir aklın, bu sorulara verecek yanıtı olmadığı için, antik yanıtlar hâlâ tedavülde.
Pratik sorulara bulduğumuz çözümler, daha kolay, daha uzun, daha müreffeh bir yaşam sürmemize imkân veriyor.
Akıl ve bilimin yanıtlayamadığı ‘metafizik çözümlere’ gelince, bunlar çoğu zaman, zaten sormamış olduğumuz sorulara, başkalarının getirdiği yanıtlar… Kendimizi, dinimizin, ulusumuzun, kültürel aşiretimizin dayattığı bir ‘değerler’ ağı içinde buluyor, ona boyun eğiyoruz.
Zihnimiz bulanık… Kafamızın içinde bin bir tane soru… Ve soru sayısından fazla yanıt var. Belki de doğru felsefeyi anlamaya hazır olmayışımızın nedeni “hiç bir şey bilmememiz” değil, “gereğinden fazla şey bilmemiz.”
Belki de, Sokrates’in yapmaya çalıştığı, bizi bildiklerimizden kurtarıp, “Bilmiyorum!” demenin özgürlüğüyle tanıştırmak… Bize, felsefenin bir bilgi edinme değil, bilgelik kazanma yöntemi olduğunu göstermek… Algıladığımız gerçeğe, “bir de başka açıdan” bakmayı öğretmek.
↔↔↔
Gerçeğe “bir de başka açıdan” bakmak…
Keşke söylendiği kadar kolay olsa… Kolay değil çünkü, ‘bakış açısı’ dediğimiz şey, bir yorumlama alışkanlığından başka bir şey değil. Karşılaştığımız olaylara, bağlı olduğumuz kültürün perspektifinden bakmak gibi bir takıntımız var… Kurtulunması zor bir bağımlılık.
Belirli bir olayı nasıl değerlendirmemiz ‘gerektiğini’ kestiremediğimiz zaman, ‘bizimkilerin’ bu konuda ne söylemiş olduğuna bakıyoruz… En asi olanımız bile, isyanını ‘başka bir trampetçinin’ peşinde yürüyerek dile getiriyor… “Tamamen bana ait” diyebileceğimiz bir düşünce yok.
‘Yalnız kendi vicdanlarını’ dinlemeye kararlı olanlarımızın kulak verdikleri ‘vicdan’ dahi, karmaşık bir sosyo-kültürel koşullanmanın ürünü… Babalarından miras kalan şartlanmaları, torunlarına devreden aracılarız hepimiz… Hiçbirimiz, zihninin mutlak sahibi değil.
Oysa zihnimize yeniden egemen olmamıza olanak tanıyacak, bağımlısı bulunduğumuz ‘inanç’ ve ‘değerlerden’ özgür kılabilecek bir öğreti var dağarcığımızda… O da, aklın yöntemleriyle denetlenip kanıtlanmış, boş safsata içermeyen, ‘doğru’ felsefe.
↔↔↔
Kürtaj Sorusu
Soru: Kürtajı, “gebeliğin kasten ve planlı bir biçimde sona erdirilmesi” olarak tanımlayacak olursak, çocuk aldırmak cinayet midir?
Yanıt 1: Cinayettir… Çünkü…
λ ‘Sizin ve benim gibi’ bir insana dönüşme potansiyeli olan fetüsün doğmasını engellemenin, insan öldürmekten farkı yoktur.
λ Çocuk aldırmaya izin vermek, cinayeti yasal kılmakla eşdeğerdir.
Yanıt 2: Cinayet değildir… Çünkü…
λ Fetüs, henüz bir insan değil, sadece ‘insan hücreleri topluluğundan’ ibarettir… Nasıl ki, bir uzvun kesilmesi cinayet sayılmazsa, kürtaj da cinayet sayılmaz.
λ ‘İstenmeyen’ bir çocuğu dünyaya getirmenin travmasını anne yaşayacağına göre, aldırıp aldırmama karar ve sorumluluğu da, ona ait olmalıdır.
Not: Kürtaj tartışmasına katkıda bulunmaya kararlı olan köşemiz, Café’mizi ziyareti sırasında, soruyu Sn. Sokrates’e de yöneltmiş… Ama kendisinden herhangi bir yanıt alamamıştır.