Anne bebeğini nasıl sever? Neden ya da ne kadar sever sorusuna göre biraz daha çetrefilli olan bu sorunun yanıtına ihtiyacımız var mı? Anne ile bebek arasındaki ilişkiden çıkarımlarımızın her boydan ilişkiye uygulaması psikoterapi tarihinin önemli bölümünü oluşturur. Annenin çocuğunu ne kadar ve nasıl kabul ettiği, çocuğun yetişkin hayattaki kendinden memnuniyeti ile bağlantılandırıldığında buna hayret etmez, kolayca kabulleniriz. Annenin bebeğini sevmesi, onu her şeyiyle ve her yönüyle kayıtsız şartsız benimsemesi bir beklentinin ötesine geçer, adeta bir norm olur. Doğadaki her canlının, kendi türünün devamı olan yavruyu yaşatmak için çaba göstermesi gerektiğine olan inancımıza göre annenin bebeğini sahiplenmesinden doğal bir şey yoktur. Her ‘doğal’ durum gibi, doğadan çoktan uzaklaşmış insanın bu doğal duruma uymayan davranışlarını ise yadırgar, garipseriz. Bebeğine ‘iyi bakmayan’ (şişmanlatmayan, uyutmak için sallayıp pışpışlamayan ve ağlatan, sıkı giydirmeyen) anneler, adeta türümüzün, insan soyunun devamlılığını tehlikeye düşürüyormuşçasına bir muamele görebilirler.
Gebeliğin son aylarında annenin kanındaki ve beyindeki düzeyi ‘zirve’ yapan bir hormon (aslında bir nöropeptid) olan oksitosin, doğum için gereken rahim kasılmalarını sağlama ve anne memesinden süt salgılatma gibi ‘fiziki’ işlevler yanı sıra anne ile bebek arasındaki ilişkinin oluşmasında rol oynar. Bunu nereden biliyoruz?
En basitinden başlayalım. Kemirgen laboratuvar hayvanlarında (sıçanlar gibi) gebeliğe paralel artan oksitosin düzeyi ne kadar yüksek ise, bu canlılar yavrularına o kadar çok ilgi gösteriyorlar. Hayvan, yavrusunu ne kadar yalayıp temizler ise, o kadar ilgili demektir. Bebeğin ağzının kenarından akan ‘mama’yı bir elindeki bezle (öbür elinde kaşık var) her seferinde silen anne imgesini çağrıştıran bu yalama-temizleme eylemi yoğunluğu ile beyindeki oksitosin yoğunluğu arasında net bir bağıntı var.
Doğum öncesi ve sonrasında insanlarda da oksitosin düzeyi arttığı ölçüde anaç davranışlar tırmanıyor. Bu süreç 18-24 ay kadar devam eder. Zaman içerisinde oksitosin düzeyinin inişe geçmesiyle beraber ilişkinin (sıçanlardaki yalama temizlemenin eşdeğeri) yıkama, yedirme, uyutma kısmı yerini konuşmaya, oynamaya terk eder. İlk 24 ayın bir başka çarpıcı yanı ise bebeğe duyulan hayranlıktır. Anne-babaların dünyaya yeni gözlerini açmış ve genellikle muşmula suratlı bebeklerinden hayretli bir hayranlıkla bahsetmeleri, daha önce çocuk sahibi olmamışlar için anlaşılması zor bir dönüşüm içerir.
‘Bildiğimiz ‘aşk’takine benzer bir gözü kör bağlanmaya benzetilen bu ruh durumunun, beyin üzerinde etkisi olan bir hormon ile ilişkisi ortaya konalı 20 yılı aşkın bir zaman oldu. Oksitosinin sadece anne-çocuk ilişkisinde değil, koşulsuz sevgi ve güven ve karşılıksız verme içeren diğer ilişkilerde de artabileceğini düşündüren tek tük çalışmalar ‘aşkın biyolojisi’nden söz eden yazı ve konuşmalara ilham verdi. Diğer yandan, bu buluşlar çoğumuzun ilgisini bir yandan çekerken, aşk ya da anne sevgisi veya fedakârlık, diğerkâmlık gibi yüce saydığımız kavramların biyolojik zemini üzerinde konuşmak, sanki sevmeyi bir tercih olmaktan çıkartıp, mide gurultusu ya da kalp çarpıntısı gibi sıradan hatta bayağı bir fizyolojik duruma indirgiyor diye düşünenler çoğunluktaydı.
Oysa koşulsuz sevmek (bir tür ‘zararına satış’) gibi akıl işi olmayan bir durumu anlamaya olan ihtiyacımızı, anne-bebek ilişkisinden daha iyi açıklayacak az örnek bulunabilir. Üstelik bu apaçık ve zaruri biyolojik değişikliğin olmamasının yol açacağı ‘anormal’ durumları anlamamızı da oksitosin modeli sağlayabilir. Birbirini sevmesi beklenen bir çiftin tarafları arasındaki bağlanmanın ‘tam’ gerçekleşememesinde, biyolojik ‘doğal’ mekanizmanın bir noktada (taraflardan birisinde) tıkanması rol oynayabilir.
Bir yandan bebek ile anne arasında güçlü bir bağ oluşurken, bir yandan da bu bağın kopması olasılığı annenin kafasını kurcalamaya başlar. Hele bu bağı kopartanın, ilişkiyi sona erdirenin kendisi olabileceğini düşündükçe, çılgına dönecek gibi hisseden anneler bu garipsenebilir düşünceyi (ya çocuklarına bir zarar gelirse, ya bu zararı veren annenin bizzat kendisi olursa) kimselere anlatamazlar. Kucağında bebeği ile balkona çıkmaktan kaçınan anne ‘üşütür belki’ bahanesinin altında ‘ya bebeğimi aşağıya fırlatıverirsem’ kaygısının bulunduğunu kime söyleyebilir ki?
Bir yanda oksitosin anneyi bebeğe en temel gereksinimler (beslenme ve sevilme) için bağlarken, bir yanda zihin bunu yapamama olasılığını akla düşürür : ‘ya onun istediği (ihtiyacı) gibi bir anne olamazsam, ya onu kaybedersem…’
Böyle bir durumu kendisinin yaşaması olasılığını aklından çıkartamayan binlerce anne olduğundan emin olabilirsiniz. Anne beynindeki aktiviteyi analiz eden MR temelli çalışmalara bakarsak, bebeğinin yüzüne bakmak (ve o sırada kim bilir neler düşünmek) annenin hem ‘ödül’ sistemini (nucleus accumbens) hem de ‘acı/ceza’ sistemini çalıştırıyor. Dertler ve zevklerin karşılıksız sevginin doğal parçası olduğunu bir kez daha keşfetmek için annelere bakmak yeterli.
1 Anneler günü münasebetiyle güncellediğim eski bir yazı.