İnsanlık tarihinin kilit noktalarından birini yaşıyoruz, belki de insanlığın ölümünü hep beraber hazırlıyoruz. Bencilliğimizin hiç görülmemiş şekilde en hat safhaya çıktığı, çağımızın virüsü dinlememek, duymamak ve anlamamanın yediden yetmişe bilerek ve isteyerek yayıldığı, aymazlığın el üstünde tutulduğu bir süreçteyiz. Durumun farkına varanlar ya susuyor ya da bir şekilde ötekileştirilerek susturuluyor. Kulaklarımızda kendi ölümlerimizin ağıtı* Brahms’ın Requiem’i ile toplu cenaze törenimize hazırlanıyoruz. Çirkin, kirli ve kötü olan her şey başarı uğruna mubah sayılıyor. Geriye ise yok olan insanlığımızı izlemek kalıyor.
Bayram tatiline çıkmadan bir gece evvel, televizyonda kanallar arasında rastgele dolanıyorum. Haber Türk Gündem Özel programına konuk olan, daha evvel de antisemit söylemlerinden tanıdığımız Cübbeli Ahmet Hoca’nın Ramazan’a dair sözlerini dinliyorum. Cübbeli Ahmet Hoca, “Kürt sorunu yoktur. Siyonizm’in oyunudur bu. Kürtleri ele geçirip Gazze’ye dönüştürecekler” diyerek coştukça coşuyor. Programın durmasını, sunucunun müdahale etmesini beklerken her şey akışında devam ediyor. Gözlerime inanamıyorum.
Üzerimde travmanın sessizliği, İmroz’a doğru yola çıkıyoruz. Rastgele haberleri karıştırıyorum. Siz hiç İsrail’de, Ermenistan’da, Yunanistan’da birbirine ‘Türk’ dediği için kavga edeni duydunuz mu? Türkiye’de siyaset yapıyorsanız eğer, tarihsel gerçekleri yok sayıp, kimi üzüp gücendirdiğinizi düşünmeden her an her şeyi söyleyebilirsiniz! AKP Esenler Belediye Başkanı’nın ortaya attığı, parti kanadının devam ettirdiği ‘İmamoğlu ve Pontus Rum’ sorunsalında bu topraklarda Rum olmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha hissediyorum. Paranoyadan kurtulamamış bir toplumun, bir avuç Rum vatandaşımızı halen politik malzemeye alet etmesi içler acısı halimizi gözler önüne seriyor. Durum öyle vahim ki iftira gibi söylenen söz karşısında İmamoğlu, İstanbul projelerinin yanında ‘Rum olmadığını’ anlatmaya çalışıyor. Keşke bir aklıselim çıkıp, “Bırakın bu saçma sapan konuları da tarihimizin kara sayfaları ile, 6-7 Eylül 1955’le, 1964 zorunlu göçü ile, İmroz -Dereköy’de yaşananlar ile yüzleşelim” diyebilseydi. Türkiye’deki Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler, toplumda onlara baskın olan nefretin oya çevrilmesi için siyasetçilere vazgeçilmez bir fırsat sunuyor. Ne zaman ki bizler bu toplumun tüm fertleri “Evet hepimiz Rum’uz, Yahudi’yiz, Ermeni’yiz, Kürt’üz” diyebileceğiz, var mı başka diyeceğiniz diye karşılık verebileceğiz; işte o zaman bu nefret akımını ülkemizden uzaklaştırabileceğiz.
Nefretin bir başka yüzünü son günlerde Suriyeli göçmenlere yönelik görüyoruz. Savaş nedeni ile ülkelerini terk etmek zorunda kalan bu insanlar ile ilgili bilgi sahibi olmadan herkesin bir fikrinin olduğunu duyuyoruz. Üç yüz bini aşkın çocuğun son yedi-sekiz senede göçmen ailelerden burada doğduğunu ve artık bu vatanın bir parçası olduğunu unutarak, “Üç milyon Suriyeliye bakıyoruz” efsanesi ile içimizde bir başka nefreti bu kez Suriyeli göçmenlere yöneltiyoruz. Vaadi kabahatinden büyük olanların, Suriyeli mültecilerden, kadın haklarına, çevre duyarlılığından, eşitliğe dair sözlerine kulak vermeden evvel sağduyuyu kaybetmeden bundan sonra ne yapılabileceğini düşünebilmeliyiz. Ancak her şeyden önce bu toplumun her ferdi olarak birbirimizin dertlerini dinlememiz, duymamız ve anlamamız gerekiyor! Arzu ettiğimiz değişim, farkındalığın toplum geneline yayılabilmesi ile mümkün olacaktır.
Sağduyunun galip geldiği, ötekileştirmenin önce kendi evlerimizden son bulduğu, toplumsal barışın sağlanacağı bir seçim dileklerimle!
* 47. İstanbul Müzik Festivali kapsamında Yaşama Övgü - Human Requiem, 29 Haziran 21.00 - Turkcell Sahnesinde katılmanızı tavsiye ederim.