Pek uyanık gördüm kendimi

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
19 Haziran 2019 Çarşamba

1914 yılında Abdullah Cevdet’in yönetimindeki İçtihâd dergisinde yayınlanmış olan ‘Pek Uyanık Bir Uyku’ adlı uzunca bir makalede; tekke ve zaviyelerin kapatılması, din adamlarının kıyafetlerinin sınırlandırılması, medreselerin ıslahı, Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılıp bünyesindeki mülklerin devlet hazinesine devri, kadınların çağdaş olarak eğitilmelerinin gerekliliği, milli sanayinin kurulması, yerli malı kullanımının teşvik edilmesi gibi bir çok alanda yapılması istenilenler bir rüya kisvesi altında sıralanmıştı.

Aslında, Namık Kemal’den başlayarak Ziya Paşa’ya kadar pek çok Osmanlı aydını, yaşadıkları devre göre fazla hayali hatta ‘uçuk kaçık’ kaçabilecek olduğunu düşündükleri bazı aykırı fikirlerini ‘sadece bir rüya’ olarak yazıp yayınlamayı âdet haline getirmişlerdir. Aykırı entelektüel düşüncelerin ‘rüya’ formatında aktarılması, on altıncı yüzyılda başlamış bir Osmanlı uygulamasıdır. ‘Rüya’ formunda ütopya yazmak, aslında siyasi düşünceleri sahibine zarar vermeden aktarmanın yollarından birisi olarak önce Osmanlı uleması tarafından geliştirilmiş ve sonradan da Osmanlı aydınları tarafından benimsenmiş bir oto-sansür yönteminden başka bir şey değildir.

İctihâd’ta yayınlanmış olan bu uzun rüyanın yazarı Kılıçzade Hakkı Bey, Kemalist Devrimlerin sonradan tamamlayacağı modernizasyon projesinin öncü habercisi sayılabilecek bir ütopyayı dillendirmişti. Bu uzun yazının sekizinci maddesinde, İstanbul’da bulunan bütün üfürükçülerin ve cinci hocaların yakalanıp İstanbul’dan sürülmeleri gerektiği savunulur; hastalanan insanların hocaya değil, doktora gitmeleri gerektiği anlatılır. Hemen ekleyelim: İçtihâd Dergisi, Abdullah Cevdet tarafından 1904-1932 yılları arasında yayınlanmış ve döneminin en ilerici yayın organıydı. Batı yanlısı ve hatta zaman zaman halk nezdinde aşırılık, aykırılık olarak adlandırılan yazılarında yer alan projeleri ve ütopyalarının epeyce bir kısmı Mustafa Kemal ve kadroları tarafından gerçekleştirilmişti.

Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk entelektüel kadrolarını oluşturmuş olan Osmanlı aydınları ise bambaşka bir boşluğun içinde bulmuşlardır kendilerini. Bu bölümde ele almış olduğumuz tüm edebiyat yazarları hemen hemen aynı eğitim ve niteliklere sahiptiler; Osmanlı İmparatorluğunun Müslüman tebaasına mensup olarak doğmuşlar, ancak laik Türkiye Cumhuriyeti’nin modern vatandaşları olarak yaşamış ve ölmüşlerdir. Örneğin, Servet-i Fünûn Dergisinin sahibi Ahmed İhsan (Tokgöz)’ün artık yeni bir neslin doğuşunu haber verdiği düşüncelerini Hüseyin Cahid’in Edebi Hatıralar’ında şöyle okuruz:

“Dünyada hayatın ancak iktisat üzerine kurulmuş olduğunu, milletlerle memleketler kuvvetinin her şeyden ziyade mâlî teşkilat ve sa’yden çıkacağını Mülkiye mezunlarına hep bu hocalar telkin etmişti. Sarıklı hocalardan ve evlerimizdeki atalarımızdan dinlediğimiz batıl itikatları, yani fena surette tefsir edilmiş olan ‘kısmet’, ‘kanaat’ ve ‘fânî dünya’ akidelerinin boşluğunu; garpte i’tilâ etmiş olan ilmî ve fennî görüşler sayesinde tetkik ve hallolunması lazım gelen meseleleri; kurûn-ı vustâ kafasıyla düşünmekteki tehlikeleri; hep bu iki hocadan (Portakal Paşa ve Sakızlı Ohanis Efendi’den) öğrenmiştim. Hülasa bütün Mekteb-i Mülkiye’de okuyanlar başka türlü yetişiyordu. Babalarımızın görüş ve kanaatlarının zıddına mefkûreler alıyorduk.”

Bugünün dünyasında yine ciddi dönüşümler yaşanıyor. Günümüz insanı aklına, diline gelen her şeyi şöyle ya da böyle, bir şekilde, kendisi için uygun gördüğü mecrada paylaşıyor. Takma isimler, hayali rumuzlar, sanal karakterler havalarda uçuşuyor. İsteyen istediği yayını yapmanın bir yolunu mutlaka buluyor; gazetecilik can çekişiyor çünkü artık herkes gazeteci, haberci, muhabir. Hatta televizyon kanalları, haber saatlerinin başında ve sonunda verdikleri telefon numaraları veya internet adresleriyle, izleyicilerinin katkılarını, çektikleri ya da rastladıkları ilginç konuları kendilerine haber olarak göndermelerini bekliyor. Yorumlarınızı programları izlerken sunuculara anında, salonunuzda kahvenizi yudumlarken, sanki karşılıklı konuşurcasına iletebiliyorsunuz. Tabiidir ki geleneklerimiz gereğince öyle her aklımıza geleni, dilimize geleni, öyle her aklımıza eseni de söyleyemiyoruz. Baştaki satırlarda söylüyoruz desem de o kadar da uzun boylu değil… Gelin görün ki bu bizim geleneklerimizde var. Der gibi yapmak ama dememek… Ya da üstü kapalı işaret etmek, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” misali ikircikli tavırlar takınmak. Şükürler olsun ki artık rüya formatında anlatmak zorunda değiliz. Ama uyuduğumuz uykulardan, güzel rüyalar görerek uyanmak dileğimle…