Gotland - Hafta ortası… Fırtına son bulmuş, bulutlar dağılıyor. Birazdan adayı güneş kaplayacak ama rüzgâr sert esmeyi sürdürecek. Yemyeşil çayırların arasındaki yolculuğun ardından emekli meslektaşımızın evine varıyoruz. Bir Alman meslektaşım yaptığı iki pastayı, ben de Türk usulü hazırladığım köfteleri alıyoruz yanımıza. Adada 18 kadar hekim toplanmışız. Öğlen yemeğinin ardından mesleki gelişim toplantımıza geçeceğiz. Hava bahçede oturulabilecek kadar iyi.
Konuk olduğumuz ev mimarisiyle dikkatimi çekiyor. İki katlı ama ikinci kat evin üçte birlik kısmını kaplıyor. Böylelikle hol, Amerikan mutfak ve salonun tavanı oldukça yüksekte yer alıyor. Pencereler büyük, içerisi aydınlık. Eski ahşap piyano, klasik koltuklar, duvarlarda güzel resimler var. Ev sahibesi emekli İsveçli doktorun yaşam standartları iyi. Kendisi mutfakta hazırladığı balık çorbasını ikram etmekle meşgul. Çorbanın yanında bir-iki çeşit peynir, soda var. İlerleyen saatte kahve molası için fincanlar dizilmiş. Köftelerin ısıtılmasını rica ediyorum. Sonuçta, iş amacıyla da olsa ilk defa bulunduğum eve eli boş gitmemek prensibim.
Güzel porselen çukur tabağa çorbam özenle servis ediliyor. Balık çorbasını sevecek miyim, bilmiyorum; ama yaptığım köfteden başka alternatif yiyecek yok gibi. O sıra yakın dönemde tanıştığım siyahi meslektaşım beni şaşırtıyor, “Merhaba, nasılsın?” diye soruyor Türkçe. Seviniyorum. Kendisi bir yıl kadar İstanbul’da tıp fakültesinde araştırma yapmış. Bu süreçte çevresindekilerle İngilizce anlaşabilene kadar, epey Türkçe öğrenmiş. Konuşabileceklerimiz zenginleşiyor böylece.
Çorba, hayatımda yediğim en lezzetli balık çorbalarından. Öyle ki ev sahibesi tabağımı ikinci kez doldururken övgü sözcüklerimi sıralıyorum. Arkadaşlar da köftelerimi beğeniyorlar. Birileri taze ekmek getirmiş. Ortam güzel.
Öğleden sonraki toplantıda konularımızı tartışıyor, hasta-hekim ilişkisine odaklanıyoruz. İsveç’te meslek örgütleri oldukça güçlüdür, dernekleri daha iyi tanımaya başlıyorum. Mesaiyi bitirip, güzel evden ayrılma vakti yaklaşırken masadaki kağıt dikkatimi çekiyor. Kağıtta ev sahibesinin telefon numarası var ve hesabına havale edebileceğimiz yemeğin parası isteniyor. İsveç’te telefon numarası üzerinden hesaptan hesaba havale gönderilebiliyor. 60 İsveç Kronu, yaklaşık 40 Türk lirası! O an balık çorbasının karnımın bir yerlerine oturduğunu hissediyorum, tadım kaçıyor. Keyifli öğleden sonrası bir garip son buluyor.
Meslektaşımızın evini açıp, servis ettiği çorba parasını istemesini nasıl algılamalı? Mantığa en yakın açıklama “kültür farkı”. İsveçlinin bakış açısını anlıyorum. Mesai vakti, iş toplantısına açılan evde yapılan masrafın karşılığı alınabilmeli. Profesyonellikte bedavacılık yok, borçlanırsınız sonra! Bu İsveçliler için doğal durum. Öte yandan ben Türkiye’den geliyorum ve Türk kültürünün içinde yetiştim. Meslektaşlarımıza, arkadaşlarımıza ikramda bulunmak onur, mutluluk kaynağıdır. Yapacağımız masraftan fakirleşmeyiz, bilakis gönlümüz zenginleşir. Evdeki yemeğin üzerine para istemek çok utanılacak, ayıplanacak bir durumdur. Düşüncelerimi dile getirdiğim meslektaşlarımın çoğu bu farkı yadırgamadı. Onlara göre para ödemek doğal. Gelgelelim edindiğim bir-iki İsveçli arkadaşım ise bu cimriliğe şaşırıp kaldı. Yalnız değilmişim, derin nefes aldım! Çünkü duygularım söz konusuyken, kültür farkından çok cimriliğe isyan ediyor içimde bir şeyler.
İsveçli anlayışına göre o gün ya köfte yapmamalı ya da köftenin parasını istemeliymişim demek ki!
Asla!
Türk kültürünün misafirperverliğini ve ikram etmenin güzelliğini yaşayacak ve yaşatacağım.