Özgürlük… Eşitlik… Kardeşlik (Liberté, Egalité, Fraternité)

Moris FRANSEZ Köşe Yazısı
3 Temmuz 2019 Çarşamba

Fransız ihtilalinin ünlü sloganı, başlangıçta, şöyleydi:

“Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik… Veya Ölüm!”

Sonraları, “… Veya ölüm” kısmı fazla ihtilalci görülmüş olacak ki, formülden çıkarıldı… İçlerinden ‘ölüm’ çıkınca ölümsüz hale gelen ‘Özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ kavramları, batı medeniyetinin vazgeçilmez değerlerine dönüştü.

Özgürlük ve eşitlik, hükümetlerin sağlamak zorunda oldukları birer hak, kardeşlik (dayanışma) ise, bir yurttaşlık görevi olarak, insanların zihin ve vicdanlarına yerleşti.

Aydınlık dünyanın bu üç özlemini, üç yazıyla ele almak istiyorum.

↔↔↔

1- ÖZGÜRLÜK

“Neredeyse, yatak odamıza da kamera koyacaklar!” diye yakınıyor Hollandalı genç hanım… Brezilyalı bir dostum da, Facebook’tan niçin uzak durmaya çalıştığını anlatıyor… İkisi de demokratik ülkelerde yaşıyor ve ikisinin de kaygısı aynı: “Big Brother bizi izliyor!”

Totaliter ülkelerde yaşayan bazı dostlar ise, ‘Büyük Ağabey’in tek işinin bizi gözetlemek olmadığını, devletin, aynı zamanda, güvenliğimizi sağlamakla yükümlü olduğunu düşünüyor… Kendilerini güvende hissettikleri sürece, özgürlüklerin ‘elden gittiğine’ dair bir telaşları yok.

İki taraf da, özgürlük-güvenlik dengesinin bozulacağından endişe ediyor… ‘Batı’, demokrasinin olmadığı günlere, ‘doğu’ ise, orman hukukuna geri dönmekten korkuyor.

Bizim demokrasi ve özgürlüğe odaklanmış olmamızın nedeni, devletin öncelikli görevinin hak ve özgürlüklerimizi korumak olduğunu düşünmeye alışık olmamız.  

Oysa birkaç bin yıllık insanlık tarihinde, özgürlük kavramının topu topu birkaç yüzyıllık geçmişi var… Aydınlanma Çağı adı verilen entelektüel hareketten önce, insanların hükümdarlarından tek bekledikleri, güvenliklerini sağlamalarıydı.

Kant’ın tanımına göre: “Aydınlanma, insanın kendisini mahkûm ettiği çocukluktan kurtulup, ergin hale gelmesidir […] kararsız, tembel ve korkak olan insan, başkasının kılavuzluğu olmadan, aklını özgürce kullanamaz. Bu nedenle, aydınlanmanın mottosu şudur: “Sapere Aude! (Aklını kullanmaya cüret et!)

Descartes’a göre ise, aklıselim (sağduyu) dünyanın en adilce dağıtılmış melekesidir. Tüm insanlar akılla donatılmıştır. Ama aklı kullanmak, bazı kuralların uygulanmasını gerektirir; bu kuralların başında kuşku gelir… Aklını özgürce kullanabilmesi için, kişinin ‘apaçık’, ‘tartışılmaz’ gördüğü bilgilerinden dahi kuşku duymaya, onları gözden geçirmeye hazır olması gerekir.

Descartes ve Kant’ın burada söz ettikleri, politik olmaktan ziyade, psikolojik özgürlüktü. Yoksa kişinin ‘aklını kullanma’ yetisi elde etmesinin, onu devlet içinde özgür bir yurttaş kılacağını düşünüyor değillerdi.

Descartes da, Kant da, insanın sadece akıldan ibaret olmadığını, aynı zamanda, tutkulara tabi, yani yıkıcı duygulara kapılabilen bir varlık olduğunu biliyorlardı. İkisi de, bu olumsuz duyguları, zihnin bedene boyun eğmesi, bir tür hastalık olarak ele alıyordu.

Onlara göre insan, irade gücüyle, tutkularıyla mücadele edebilir, olumsuz duygularını olumluya çevirebilirdi. Bunu yapamamasının nedeni, kararsız ve iradesiz olması, kendi kabahatiydi.

Spinoza’ya göre ise, ne kabahat vardı, ne de mücadele mümkündü. Tutkular, yani kıskançlık, haset, aşağılık duygusu, öfke gibi, kişinin kontrol edemediği duygular da, aynen akıl gibi, insan doğasının ayrılmaz parçalarıydı… İnsanın ‘irade’ diye bir melekesi yoktu… İnsan duygu ve heyecanlarını hesaba katmayan politik düşünceler, ne ‘insancıldı’, ne de uygulanabilirdi… İnsanlar, ütopyada yaşayan makineler değildi.

Spinoza, politik düşünceyi, günlük deneyimin bize öğrettiği insandan yola çıkarak yeniden ele aldı… Olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi insandan hareket ederek…

“Konusu insan olan bu yeni bilim dalına, matematik araştırmada gösterdiğimiz zihin özgürlüğünü taşımak için, insan davranışlarıyla alay etmek, tiksinmek, nefret etmek yerine, sadece anlamaya çalıştım. Sevgi, nefret, öfke, haset ve merhamet gibi insan duygularını, insan doğasının hastalıkları değil, özellikleri olarak ele aldım.”

Spinoza’nın insan duygu ve davranışlarını ele alma tarzının, düşünce tarihine ne gibi etkisi olduğunu irdelemek, bu yazının konusu değil…

Ama yazıyı ilgilendirdiği için şunu söyleyebilirim: Deneme, roman, film ve sanatıyla, batı kültürünün birkaç yüzyıldır ‘özgürlük’ temasını işliyor olmasını, Spinoza’nın olağanüstü etkisiyle izah etmek mümkündür.

devam edecek