“Bu yaz nasıl geçecek?” diye düşünürken İskandinavya’da Temmuz ayı, yaz ortası gelmiş bile. Sıcaklıklar 15 derece civarında seyrediyor ve ara ara sağanak yağış bastırıyor. Günler uzun. Gece yok, sadece akşam var. Kuzey semalarında tatlı bir aydınlık gece yarısında izlenebiliyor. 2018 yazındaki sıcaklar ve orman yangınlarının ardından bu yıl havanın serin ve yağışlı seyretmesine doğa açısından seviniyorum. Engin gökyüzünde bulutlar alçalıp yükselir, belirir kaybolurken bu yaz da geçmiş olacak. Bu süreçte ben de karınca kararınca küçük gezintilerimi sürdürüyorum.
İsveç’te hava sıcaklıklarını İstanbul’la kıyaslamanın doğru yaklaşım olmadığını öğrendim. Burada hava 20 dereceyken, rüzgârsız bir günde epey ısınıyorsunuz. 25 derece yanmanız için yeterli ve 25 derece üstünde bunaltıcı bir etki başlıyor.
Haziran ayının son hafta sonunda hava 25 derece dolaylarındaydı. Stockholm’den misafirim var. Bisikletlerimize atlıyoruz ve meslektaşımın önerdiği deniz manzaralı bir kafe/fırına doğru yola koyuluyoruz. Kuzeye doğru Själsö adlı noktaya olan 7,5 kilometrelik yolculuğumuz havalimanı yolu üzerinden. Kent merkezinden havalimanına kadarki 5 kilometrede bisiklet yolu ayrılmış, kalan mesafedeyse yol bisiklet sürmeyi elverişli.
Kuzeydeki bulutlar sabah saatlerinde yağmur habercisi gibi görünse de, öğlene doğru tamamen dağılıyorlar. Yolumuz alabildiğine yeşil ve artık sararmaya yüz tutmuş geniş çayır alanları izlemeyi seviyorum. Çayırların haziran sonunda sararmaya başlaması biraz içimi burkuyor ama doğayı böyle daha iyi tanıyıp öğreniyorum. Bir ara arkadaşım gözlerinin miyopluğundan yakınıyor ve yol tabelasında “Marmaris” okuduğunu söylüyor. Gözleri özünde çok da yanlış seçmiyordu. Yol levhasında yazan “Muramaris” zira.
Kafeye doğru yaklaştıkça derin bir yosun ve deniz kokusu hissediliyor. Bu kokuyu iliklerimize kadar çekiyoruz. Stockholm’de böylesine bir kokuyu duymamıştım ve sanki uzun zamandan sonra denizle karşılaşmış kadar seviniyorum. Deniz denilince ufuk çizgisinden, dalgalardan, kayalardan ve mavinin tonlarından daha fazlasının olduğunu hatırlıyorum. Solda yanımızdaki yamacın dibinde küçük liman ilk etapta dikkatimi pek çekmiyor. Sağ yanımızdaki fırın/kafenin bahçesinde çoğu masa dolmuş bile. Her yaştan insan güzel havanın, lezzetli sandviçlerin ve kahvenin tadını çıkarıyor. Bir süreliğine denizi seyrederek sohbete dalıyoruz biz de.
Eski limana doğru yürüyüşe geçtiğimizde güneş tepemizde ve yakıyor. Bu eski mezraya yaklaştıkça “İyi ki fotoğraf makinemi yanıma almışım” diyorum. Yol üzerinde İzlanda atlarıyla karşılıyoruz; bir tanesi arkadaşıma yaklaşıyor ve kendini sevdiriyor. Detaylarını seçtiğim o eski kulübelerin fotoğraflarını çekiyorum. Ahşap yapılar ve pencerelerin pervazları yer yer paslanmış, boyaları dökülmüş. Pencere kenarlarında gemi maketleri kendi hallerinde Baltık Denizini seyrediyor. Orta yaşlı bir adam çatılardan birinin bakımını sakince yapıyor. Eski kayık kalıntıları bu yerin görüşünü biraz daha dramatikleştiriyor. Ahşap yapıların arkasındaki alanda yaz ortası şenliklerinde etrafında dans edilen “majstång” denilen çiçekli direk henüz sökülmemiş. Sahile yakın yaşlıca bir kadın kitabını okurken, küçük bir çocuk denizde köpeğiyle oynuyor. Kısacası limanın tadı damağımda kalıyor.
İçimde yer eden diğer izlenimler yalınlık ve doğanın dinginliği. “Ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi görün” diye bir söz vardır. Görünüş ve olmanın iç içe geçtiği bu limanı yeniden ziyaret edeceğim.