Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, “15 Temmuz, ülkemizin maruz kaldığı büyük bir ihanet karşısında aziz milletimizin yazdığı onurlu bir destanın yıl dönümüdür” değerlendirmesinde bulundu.
Erbaş devam ederek şu konularda da dikkat çekti: “15 Temmuz hain darbe girişimi açıkça göstermiştir ki bu topraklarda yüce dinimiz İslam’ın en doğru şekilde bilinmesi oldukça hayati bir mesele haline gelmiştir. Zira doğru şekilde karşılanmayan her ihtiyaç istismara açık hale gelmekte, İslam’ın hakikatleri konusundaki cehalet ve yanlış bilgi, pek çok bireysel ve toplumsal sorunlara neden olmaktadır. Bu itibarla, Diyanet İşleri Başkanlığımız, yanlış bilgilerle dini kavram ve değerler üzerinden toplumumuzu ayrıştırma ve aldatmaya yönelik bütün söylem ve faaliyetlere karşı üzerine düşen sorumlulukları yapmaya, sahih dini bilgi ve doğru bir yöntemle milletimizin manevi hayatına rehberlik etmeye devam edecektir.”
Bugün siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik ve dahi hemen her konuda Türk halkının dünyevi ve dini görüşlerini, hayatını düzenleme gayreti içinde bulunan kurum geçmişte özellikle Tanzimat öncesi dönemde; çağların değişiminin getirdiği ciddi bir güven kaybı ve çözülme yaşamıştı. Osmanlı Modernleşmesiyle birlikte yeniden yapılanma sürecine giren kurumların başında Meşihat Kurumunda yani Şeyhülislamlık Kurumu’nda yapılan düzenlemeler geliyordu. Niyazi Berkes’e göre Sultan II. Mahmud Şeyhülislam’ı hükümet yönetimi ve planlama kurullarının dışında bırakarak, “gayrı-Müslim olmayan bütün Osmanlılar’ın millet örgütlerinin dini başkanı” anlamına gelen sıradan bir din görevlisi haline getirdi. Batılı anlamda bakanlıklar kuran ve sadrazamlık makamını yürürlükten kaldıran Sultan II. Mahmud, eskiden beri iki kazasker aracılığıyla sadrazama bağlı olan bütün kadılıkları da Şeriat Mahkemeleri olarak yeniden yapılandırdı ve hepsini şeyhülislamlık makamına bağladı. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu’nda şeyhülislamlık makamı 19. yüzyıla gelindiğinde “dinsel hukuk genel direktörlüğü” denilebilecek bir niteliğe de büründürülmüş oldu.
Osmanlı İmparatorluğunun eski, geleneksel ve totaliter “din ü devlet” bileşimindeki ilk çatlama, din ile devlet arasındaki ayrışma ve daha sonra yaşanmaya başlanan ikilik de böylece başlamış oldu. Sultan II. Mahmud dönemden itibaren, Osmanlı İmparatorluğunda adalet ve şeriat birbirinden giderek ayrılmaya başladı. Ulemanın saltanat geleneğini şeriat adına Müslümanlaştırma görevinin durdurulmasıyla birlikte, “şeriat hukukunun dünya işleri üzerindeki tutucu olma gücü” de ortadan kalkmaya başladı.
Divân-ı Ahkâm-ı Adliye’nin kurulmuş olması, aslında bizlere Tanrı emri ya da iman düşüncesi ile yeni bazı kurallar konabileceğinin, hatta gerektiğinde bunların bile değiştirilebileceği fikrinin Osmanlı İmparatorluğu’nda artık kabul edilmiş olduğunu gösterir. Artık şeriat ve örf-i sultaniden oluşan geleneksel Osmanlı hukuku da hızla değişmeye başlamış, 19. yüzyılda giderek sekülerleşmeye yüz tutmuştu. Yani, Tanrı emri olarak kabul edilen şeriat ve şeriata uygun olduğu şeyhülislam makamı tarafından onaylanmış olduğu sürece geçerli olan örf-i sultani, yani padişah iradesinin dışında, artık üçüncü ve seküler bir kaynaktan gelen yepyeni bir yasama neşri süreci başlatılmıştı.
Merkeziyetçi bir mutlakiyet monarşisi kurmak yolunda, Sultan II. Mahmud başlangıçta ulemanın da desteğini sağlayarak çok başarılı olmuştu. Ama Sultan II. Mahmud’un zamanla ileride Tanzimat’ın hukuksal temellerini atacak olan seküler hukuka yönelişi, ulemayla arasındaki mesafeyi giderek arttıracaktı. Örneğin, dinsel geleneklerin hüküm sürdüğü ilköğretimle, dünyevi yeniliklere açık yüksek öğretim arasındaki uzaklaşmanın sonucunda, din ve devlet işleri birbirinden hızla ayrılmaya başladı. Bu sürecin sonucunda ise Osmanlı İmparatorluğunda “gelenek din demek, din ise gelenek demek” olmaktan çıkmaya başladı. Ulemanın temsil ettiği kültür geleneği ulusal nitelikten uzak bir evrensel ümmet geleneği olduğundan, Osmanlı İmparatorluğunun Hıristiyan milletlerinin dinsel eğitimi onların ulusal benliklerini yaşatmakta ya da diriltmekte önemli bir rol oynamaktaydı. Ancak, İslam şeriat hukuku geleneğinde bunun böyle olmayışı, dinin Osmanlı halkının ulusal kültür yanlarına yabancı kalışının bir ürünüdür. Bu nedenle, yüzyıllar boyunca, dinsel eğitim İslam uygarlığından çağdaş batı uygarlığına geçme çabasında olan Osmanlı toplumunun gelişmesini çok engellemiştir. Halk yığınlarına daha yakın olan, “halk İslamı”nı da içeren tarikat Müslümanlığı da kültürde ve çağdaşlaşmada pek büyük bir rol oynamamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda tarikatçılık ya halk cehaletinin yanını tutmuş, ya da soyut bir otorite karşıtlığı yüzünden devlet ile şeriatın baskısı altına girmek zorunda kalmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik döneminden beri süre gelmiş olan “din ü devlet” bileşiminin 19. yüzyılda artık nihayet çözülmeye başlaması, ulema ve medresenin toplumsal rolünün ve etki alanının daralması sonucuna varır. Batılılaşma ve dolayısıyla da sekülerleşme yanlısı bu tutum, Sultan II. Mahmud’un ölümünden sonra giderek daha da güçlenecektir. Günümüz dünyasının karmaşık ve eklektik sorunlarının yanında kurumun ayakta durması ya da geçmişten bugüne yaşadığı dönüşüm size kadar naif görünüyor bilmiyorum ama önümüzde çözülmesi gereken büyük ahlaki meseleler var gibime geliyor.