Aya giden yol

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
17 Temmuz 2019 Çarşamba

Eski çağlardan beri, insanlar gökte gördükleri ile ilgilenmiş ve boşluğa ulaşmanın arzusu ile yanıp tutuşmuşlardır. Uzaklarda parıldayanlar, pagan toplumlarda inanışlara, daha sonraki dönemlerde ise, gitgide artan bir merak ve ilgiye konu olmuşlardır… Teleskoplardan, yörüngeye oturtulan uydulara, uzaya gönderilen maymunlardan, araştırma istasyonlarına, mekiklere, aya ve daha ötelere yapılan yolculuklara uzanan süreçler, yalnızca ‘merak ve ilgi’ ile açıklanabilir mi?

Bu hafta, aya ayak basışın 50. yılı… 20 Temmuz 1969’da Apollo 11 ile fırlatılan üç astronottan ikisi, Neil Armstrong ile Edwin Aldrin, Eagle adlı uzay modülü ile ayın yüzüne yumuşak iniş gerçekleştirirler. Michael Collins, yukarıda ana modülden onları izlerken, ikili ilk kez ay yüzeyine ayak basar.

Aya gitmek, ayak basmak, ilk adımları atmak bilimin zaferi miydi? Yoksa iki kutuplu dünyada, bir zamanların iki müttefikinin angaje oldukları Soğuk Savaş’ın dayattığı bir durum muydu? Yapılan çalışmalar salt, eski insandan bu yana artarak gelen ‘uzay merakı’ ile izah edilebilir miydi? Yoksa savaş ortamlarının dikte ettiği, bilimin ve her tür olanağın kazanmak için seferber edilmesi miydi, söz konusu olan?

İkinci büyük savaşı sona erdiren atom bombası ABD’yi siyasi anlamda ‘tüm kazananların önüne’ yerleştirmiş olsa da, sonrasındaki Soğuk Savaş sürecinde, iki süper gücün mücadelesi, Kore’nin bölünmesi, Küba Domuzlar Körfezi krizi, yeni yeni bağımsızlığını ilan eden Batı sömürgelerinin çareyi sosyalist kampta bulmaları ile durum Sovyetler lehine gelişmeye başlar. Buna Moskova’nın Sputnik ile başlattığı uzay programını da eklemek gerekir.

Dönemin Komünist Parti Genel Sekreteri Kruşçev’in, seçilmiş başkan Kennedy’nin görevi devralmasından hemen önceki beyanatlarının birinde “dünyada sosyalizmin öncülüğünü durduracak hiçbir engel kalmamıştır…” demesinin nedeni de budur, hiç şüphesiz. Bu anlamda, Kennedy ve Washington’un çıtayı yukarılara çekmesinden ve Moskova’ya “İyi olan kazansın” mealinde bir mesaj vermesinden başka çaresi kalmamış gibidir. Ve öyle de olur!

Bu sıralarda ABD’de uzay programı ile ilgili fikirler somutlaşmaya başlayacaktır. Uzay dendiğinde, karmaşık ve yönetilmesi kolay olmayan bir süreçten söz edilmektedir. Özellikle de, her atılan adımın teknik ve finansal açıdan enine boyuna incelendiği, siyasi açıdan sorgulandığı bir sistem içinde ilerlendiği, toplumsal mutabakatın önemli olduğu bir süreçten… Kurulan araştırma komisyonlarınca yapılan teknik, tıbbi araştırmalar, kaleme alınan sayfalarca rapor, bunların değerlendirilmesi ve Amerikan halkının beklentilerine uygun halde işlenmesi, zaman zaman kaotik bir şekle girmiyor değildi.

ABD, nasıl bir uzay programı hayata geçireceğinin böylesi yoğun ön çalışmaları içindeyken, haber bir kez daha Sovyetlerden gelir. 12 Nisan 1961’de Rus kozmonot Yuri Gagarin dünya etrafında yörüngeye giren - ve sorunsuz bir şekilde dünyaya geri dönen - ilk insan olarak tarihe adına yazdırır.

Sovyet girişimi dünyada büyük yankı uyandırır, ancak asıl fırtına ABD’de kopar. Bir yanda Kongre ve siyasi çevreler, öte yanda basın, Gagarin’in başarısını Amerika’nın yenilgisi olarak yorumlar. Amerikan Haber Ajansı, 21 Nisan’da yayınladığı raporda, Sovyet başarısının uzun yıllardır görünen en yüksek kamuoyu ilgisini çektiğini belirtmekte ve önemli bazı çıkarımları şöyle sıralamaktadır: a)Bu insanlık tarihine geçecek önemli bir olaydır. b)Teknik ve bilimsel açıdan çok önemli bir girişimdir. c)Soğuk Savaş’ın seyrini etkileyecek büyüklükte bir olaydır… Ve bu tespiti yanlış çıkartmayacak şekilde, Sovyet bloku ülkeleri Gagarin’in başarısını propaganda malzemesi yapmaktan geri kalmayacaklardır.

Sovyet başarısı, kendisini, yörüngeye insanlı bir uzay aracı oturtmakla sınırlayan Mercury programını geçersiz kılar… ABD’nin stratejik üstünlüğünü geri alması ve Amerikalıların kendilerini iyi hissetmeleri için, bundan iyisine ihtiyaç vardır: Aya insanlı araç yollamak!

Aya gitmek çok geniş, karmaşık, teknik ve bilimsel yenilikler gerektiren, zaman ve para kaynaklarına gereksinim duyan bir girişimdir. Başkan Kennedy’nin ne kadar uzağa gidilmesi ya da gidilebileceği konusunda bir karar vermesi gerekmektedir. O ana dek dünya yörüngesine haberleşme, meteoroloji uyduları oturtmak, ya da insanlı bir hava aracının dünya etrafında dönmesini yeterli gören ABD yönetim çevreleri için gelinen son derece kritik bir noktadır.

Dünya Sovyetlerin uzayda attıkları adımlarla ABD’yi geçtiğini, bilim ve teknoloji alanında daha başarılı olduğunu düşünmektedir. Attıkları adımlar ve elde ettikleri sonuçlar bunu kanıtlamaktadır… Kennedy’ni danışmanlarından Weisner’e göre “Amerika bir bedel ödemektedir… Hem uluslararası duruşla ilgili hem de politik bir bedel… Ve işte bu Başkan’ın yönetme durumunda olduğu sorundur. Bu aya gidip gitmeme sorunu değildir. Bu, işin içinden nasıl çıkılacağı sorunudur…”

Dünya kamuoyu nezdindeki Amerikan prestijini yükseltecek, sokaktaki Amerikalıya ulusal gururunu iade edecek başka bir proje olmuş olsaydı, Kennedy yine uzay yarışını onaylar mıydı? Aya gitmek için böylesi bir çabanın ve maliyetin altına girer miydi? Kendisinden sonra gelecek başkanlara böylesi bir miras bırakmayı doğru bulur muydu?

Uzayı yöneten dünyayı yönetir… Doğru ya da yanlış, 1960’lı yılların algısı buydu. Belki de başka biri, “Ruslar yoluna biz yolumuza! Onların yaptıkları bizi hiç ilgilendirmiyor…” derdi. Ancak Kennedy, “Yapacak başka bir şey bulabilseydik, onu yapardık… Kanımca uzay ait olduğumuz yerdir ve Amerika için en iyisidir…” sonucuna varacaktır.

Armstrong ile Aldrin’i, ay yüzeyinin yalnızlığında buluşturan, iki kutuplu dünyadaki acımasız rekabetin taa kendisidir.